türkan şoray

ses dergisi'nin 9 mart 1963 tarihli sayısında, bülent bora tarafından aşağıdaki yazı yayımlanmıştır.

Bugünlerde arka arkaya film çeviren genç aktrisimiz en çok yorgunluktan şikâyetçi. Sabahın altısında kalkan Türkân gece yarısı döner dönmez kendisini hemen yatağa bırakıveriyor. Kısacası yorucu bir çalışma temposuna girmiş durumda.

yorgunluktan şikayetçi

birinci levent'ten Şişli tarafına doğru bir otomobil gidiyordu. Araba tıpkı yol gibi külüstürdü. Genç kız çalışmasının bittiği saatlerde bundan daha İyi bir araba bulamazdı.

Elinde gri, dört köşe bir çanta vardı. Rujlar, pudriyerler, mendiller, ufak kolonya şişeleri o ufak çantaya gelişi güzel konulmuştu.

Otomobil bozuk yolda sarsıla sarsıla gidiyordu.

Türkân Şoray hemen hemen yarım saat kadar önce, sette, bir İzmirli gazetecinin sorduğu soruları düşünüyordu. "Aşk üzerine ne düşünürsünüz?"

sevgi büyük bir şeydi. Türkân bugüne kadar belki bu meseleyi birçok kereler düşünmüştü. Kendisine göre de bir takım cevaplar bulmuştu. Ama bütün bu cevaplar onu tatmin etmemişti.

Sorular uzamış, uzamıştı. Genç aktrisin düşünceleri çeşitli yerlere takılmıştı.

Yorgundu... Sarsılan araba bu yorgunluğunu daha belirli bir hale, bir
duruma getiriyordu.

— "Sağdan İlk sokağa sapabilir misiniz?"

Şoför şöyle bir arkaya baktı. Direksiyonu yavaşca sağa kırdı. Eskisinden daha bozuk bir yoldu.

- "şimdi de soldan ikinci sokağa lütfen..."

Türkân'ın sesi titrekti. Bu yorgun olmasından, belki de zihnini meşgul eden şeylerden ileri geliyordu.

Otomobilin Ön tekerlekleri bu kere sola döndü. Yol kenarına hafifçe sular sıçradı. Bir apartmanın kapısı önünde uyuklayan kedi yorgun yorgun otomobile baktı.

- "Az İlerdeki kamyonetin arkasında durabilir misiniz?"

Otomobil gitti, gitti, durdu. arabadan indi. Külüstür otomobil gene gürültülerle hareket etti.

Genç aktris şöyle bir çevresine baktı. Tek tük lâmbalar ve onların titrek Işıkları vardı. Yağmurlu, karlı, ya da daha doğrusu bütün kış günlerini, kış gecelerini seviyordu. Şimdi keşke yorgun olmasaydı da Şişli'den Mecidiyeköy taraflarına doğru yürüseydi. Ama bütün gün çalışmıştı. Yarın sabah gene altı buçukta kalkacak, yedi, yedi buçuğa kadar hazırlanacak ve sekizde gelip kendisini alacaklardı. Onun İçin erkenden yatması lazımdı.

Birden gözüne eskiden oturduğu apartmanın önündeki elektrik direği
ilişti. Bu direğin kendisine göre bir önemi vardı. Bir süre önce, bir adam sabahın erken saatlerinden itibaren bu direğe gelip yaslanıyordu. Elinde ufak bir çerçeve vardı. O adamın hareketlerini hep perde arkasından kontrol etmişti. Bir gün perdeyi açıp adama baktı. Direğin dibindeki adam elindeki çerçeveyi dudaklarına götürüp sonra göğsüne bastırmıştı. Belki sevinmiş, belki de üzülmüştü bu olaya. O günden sonra da bir daha o adamla karşılaşmadı. direkt, şimdiki haline benzercesine her zaman boştu.

Kapının zilini dört kere çaldı. Dairesinin bulunduğu kata baktı. Titrek bir Işık vardı İçerde. sokak lambalarının ışığı, sesi gibi titrekti bu ışık.

Kapı açıldı. Evden otomatiğe basmışlardı. Yavaş yavaş merdivenleri çıkmaya başladı...

Düğmeyi çevirdi. Birden evin içindeki titrek ışıklar kayboldu. Türkân artık Türkân şoray olmuştu o Işıkların altında. Ayakkaplarını yorgun hareketlerle çıkararak koltuğa kendisini bırakıverdi.

Hâlâ o soru "Aşk üzerine ne düşünürsünüz?" aklından çıkmıyordu.
sevgi büyük bir şeydi. En önemli olan da buydu zaten. Bir dergide bir yazarın, Jose Ortega Y. Gasset'in bir sözünü okumuştu: "Sevgi, korur sevileni..." Kendisini sevenler vardı, hem de pek fazlaydı. Bunu biliyordu. Sevginin kendisini koruduğuna da inanıyordu. Ama o daha büyük, daha başka şeyler istiyordu.

Yatak odasına gitmek üzere kalktı... Tuvalet masasının yanındaki etajer de bir sürü mektup üst üste yığılmıştı. Şöle bir göz attı. Şu anda okumaya vakti yoktu. Belki yarın akşam hepsini okuyabilir, bir kısmına da cevap yazabilirdi.

Zarfların üzerindeki damgalar hep ayrı ayrı yerlerdendi. Ankara, Mudanya, Bitlis, Gümüşhane, Ereğli, Kilis, Bolu... Zarflardan bazıları renkliydi de...

Ağır ağır elbisesini çıkarmaya başladı. Bir anda kendisini rahatlamış
buldu.

Direk dibindeki adam... Tarabya'da gece yarısı... bir takım sorular... bir biri peşi sıra aklına geliyordu.

Etajerin üzerinde mektuplar vardı. O mektupların hemen hepsinde sevildiği yazılıydı. O mektuplardaki düşünceler koruyacaktı kendisini.

Saatine baktı. İkiye geliyordu. Işığını söndürdü. Gürültü etmemeye
çalışarak balkona çıktı. Balkonundan istanbul'un görülen yerleri karanlık içindeydi.

İstanbul hoşuna gidiyordu Türkân'ın. Bu şehrin kendine has bir havası, bir yaşayışı vardı. Ama o bunları tadamıyordu.

Titrek titrekti ışıklar. Başını sağa çevirdi, arkasından da yavaş yavaş sola dönmeye başladı. Işıkların gözünün önünde kayması İçini bir hoş ediyordu.

sokağa baktı. Yer yer çukurlar vardı. Yolun karşı tarafında taşlardan yapılmış ufacık bir kale vardı. "Mahalle çocukları yapmıştır." diye düşündü. O çocukları çok seviyordu. İşi olmasa, onlarla oynamayı öyle çok istiyordu ki... Oyuncak kalenin bir duvarı yıkılmıştı. "Herhalde büyük bir savaş sonunda yıkılmıştır," diye mırıldandı Türkân.

Sabah erken kalkması gerekliydi. kapıyı arkasından kapattı. Lâmbayı yaktı. Uyku gözlerinden akıyordu. Kaç gündür balkona çıkmamıştı. Temiz hava onu daha bir rahatlaştırmıştı.

"Aşk üzerine ne düşünürsünüz?" sevgi sevileni koruyordu. İşte Türkân da aşk Üzerine bunları, hem de uykulu haliyle düşünüyordu.

Etajerdeki mektuplar, sorular, çalışmalar, direk dibindeki adam derken gözleri kapandı .

bülent bora
ses dergisi, 9 mart 1963, no:11, sayfa 20-21
https://www.arsivsozluk.com/d/50
Devamını okuyayım...
disco
0

greta lovisa gustafsson

(bkz: greta garbo)
disco
0

desert rats vs. afrika korps

Milyonlarca asker, ateşe hazır tanklar ve sonucu belirlenemeyen bir savaş... Kuzey Afrika'da Hitler'in Rommel'i mi, Churchill'in Montgomery'si mi? Buna siz karar vereceksiniz...

Aslında bu konu üstüne çok yazıldı, çok çizildi. Bu konudan en az oyun kadar film çıktı. Beyaz perdeye aktarılan Er Ryan'ı Kurtarmak, schindler's list, enemy at the gates gibi filmleri saymak mümkün. Oyun dünyasında yine bu adet bozulmadı. Onlarca, belki de yüzlerce oyun yapıldı, yanlız birkaçı hafızalarda kendine yer edinebildi. BlietzKrieg, sudden strike, close combat gibi. Fakat bugüne kadar hep yüzeysel "Axis vs Allied dağda taşta savaşıyor", "senaryo bu al oyna" gibi sınırı belli bir duvar çekildi oyuncunun önüne ve sadece bir kaç cephe göz önünde bulunduruldu. Bu da filmlerle pekişince ikinci dünya savaşını mahalle kavgası havasına soktu.

Fakat yapımcı firma bunun farkına varmış olacak ki karşımıza savaşın daha önce fazla işlenmemiş bir cephesini koyuyor. Aslında ilk bakışta her şey aynı görünüyor. Yine Axis vs Allied görüyoruz. Bu sefer konu dağda çayırda çimende stalingrad'da değil de, çölde geçiyor. Oyunu farklı kılan noktalar da burada başlıyor...

Oyuna başlarken bir demo izliyoruz. Aslında tarihin böyle birşey içerdiğini sanmıyorum ama bire bir isimleri koyamadıklarından bire bire olmayan karakterler yerleştirmişler. Bunları pekiştirmek için de küçük bir demo. Demoda ise bize ileride yöneteceğimiz hero'lar hususunda küçük bir bilgi veriliyor.

Oyunun ana menüsüne geldiğimizde ise hemen hemen klasikleşmiş oyun menümüzü görüyoruz. Burada pek zorlanacağınızı sanmıyorum. New Scenario deyip oyuna başladığımızada ise oyunun görüntü bakımından birazcık blietzkrieg'e benzediğini görüyoruz. Bu benzerlik oyuna birazcık renk katmış. Sudden Strike oynayanlar bilirler, kibrit kutusu gibi tanklar ve kibrit çöpü gibi adamlar konuyu renklendirmek bir yana iyiden iyiye karartıyordu. Aslında 2d için baya başarılıydı ama bu konu bakımından 3d olması oyuna bariz bir canlılık getiriyor.

Blietzkrieg dedik, fakat grafikler tamamen oradan alıntı değil. Mesela BlietzKrieg'de asker tasarımları pek başarılı değildi. Fakat D.R&A.K;'da bu konuya baya önem verilmiş olmalı ki vurulan askerlerimiz havada üç takla atmandan yere düşmüyor :) Bunun yanında topun başında ateş eden askerlerin eğilip kulaklarını kapaması, 'fog of war' olayının tam kıvamında hazırlanması, BlietKrieg ile benzerliğinin sonu oluyor. Grafik olarak burada benden iyi bir not alıyor.

Sesler nasıl peki, hemen onu da anlatyım. Oyun başladığında sizi çok sıkmayacak hafif tonlar çalıyor. Oyun içerisinde pek müziğe rastlayamadım yalnız bir iki yerde birşeyler çalıyor, onun dışında tankların sesleri, silah sesleri batarya sesleri vs... herşeyiyle gerçeğe yakın bir çizgi üstünde gidiyor. Ses ve efekt olarak süper olmasa da benden geçer not alıyor.

Atmosfer nasıl? Bu ikisi harmanlanınca nasıl oluyor. Aslıda güzel oluyor. Kamerayı hareket ettirme olanağınız bulunduğundan, bu sizi yormadan kendine bağlıyor. Ek olarak sesler çok kötü olmadığı ıçin bu da sizi atmosfere bağlayan bir etken. Hatta çok kapılıp da mayına bastıysanız "TÜH" diyerek yerinizden zıplamanız an meselesi. Araçlarda ölen askerlerin yerlerine yenisi geldiği zaman ölüleri dışarı atmaları, tam savaş esnasında denk gelen mayınla tankınızın felç olması, koşan askerlerinizin sıcak çatışmaya girmeleri sizi tamamen ekrana kilitleyip cephedeymişsiniz gibi hissettiriyor. Oyun, işleyiş bakımından size tamamen bir generalmişsiniz havasını tattırıyor. Yanımıza alabilceğimiz asker sayımız, bir görev bittikten sonra yeni göreve önceki görevden kalma alet techizatla devam etmemiz oyuna konu bakımından akıcılık kazandırıyor. Bu da atmosfer olarak kendini kabul ettirmesine yetiyor ve iyi bir not alıyor.

Oynanabililik nasıl peki? Aslında pek zor değil. Ne Sudden Strike'a ne de BlietzKrieg'e benziyor. Biraz daha kullanışlı tasarlamışlar. Sağa sola gidip insanın canını sıkmıyolar yani. Ama bazen askerlerimizin formasyon ayarını yapmayınca deli dana gibi koşmalarını engelleyemiyoruz. Yani, birimlerinizin yön bulma yeteneği biraz zayıf (göreceli olarak). Bu da bizi çileden çıkarıyor.

Aslında Kuzey Afrika cephesini konu almasıyla benim baştan gönlümü fethetmişti fakat kaliteli grafikleri olması ve oynarken fazla eziyet etmemesi de (micromanagement hariç) oyunu gerçekten kaliteli hale getiriyor.

Eğer yakın tarihle ilgileniyorsanız, strateji severim ve biraz da sürükleyici bir şey olsun diyorsanız bu oyundan bir tane edinebilirsiniz. Unutmadan, kampanyalar biraz kısa.

ilker çelikbaş
trgamer – 13.05.2004
https://www.arsivsozluk.com/d/28
Devamını okuyayım...
disco
0

kutlu payaslı

milliyet tv radyo dergisi'nin 5 şubat 1937 tarihli 19. sayısında, cenap akçal ile yaptığı röportaj yayımlanmıştır.

"iltimasla sanat olmaz..."

ankara radyosuna 1955 yılında açılan bir sınavı kazanarak giren ve 1967 yılında da gazinolarda şarkı söyleyebilmek için Radyonun kaşeli sanatçılarının arasına giren Kutlu Payaslı'nın sözleri idi bunlar. Sanata bu sözlerinin anlamım şöyle belirtiyor:

"sahnede şarkı söyleyen bir sanatçının başarısını veya başarısızlığını O gazinonun patronu değerlendiremez. Böyle bir değerIendirmeyi ancak halk yapabilir. Çünkü halk, sanatçının gelir kaynağı, amiri, öğretmeni kısacası her şeyidir. Sanatçının başarısızlığını veya başarısını ancak ve ancak halk tayin edebilir."

Bazı kişilerde, bazı şarkılar sayesinde beliren bir görüşü, bir inanışı Kutlu Payaslı şu sözler ile yıkıyor:

"Evet, kişilerde türk musikisinin Arap musikisinden esinlenerek doğduğu görüşü var. Fakat bu kanımca tamamen yanlıştır. Çünkü müziği Araplar bizden almışlardır. Zira Türk musikisi, arap musikisine nazaran çok daha köklüdür.”

tanburla love story

sanatçının aranjmanlar hakkındaki fikirleri ise olumlu. olumlu ama şöyle olumlu:

"ben yaylı tamburla bir "love story"yi çalarken bu müziğin yaratıcısı olan Amerika'lılar bu müzikten ne kadar zevk alıyorlarsa, bizim, yani, Türk müziğinin aranjman türünde çalınmasından da o kadar zevk alıyorum.”

Kutlu Payaslı'nın sanat hayatında başından birçok "İlginç Olay” geçmiş amma, bir tanesini hiç unutamıyor:

"1969 yılında radyoevi sanatçılarıyla Beşat'da bir konser veriyorduk. Konseri Kerkük'tü Türk'ler de izliyordu. Ve bizden "Karadeniz” şarkısını söylememizi istedi Kerküklü gençler. Bu şarkının plâğının da orada toplatıldığını biliyordum, koroya söyletmekle söyletmemek arasında bir bocalama devresi geçirdikten sonra
söyletmeye karar verdim. Şarkının sonunda halk tarafından öyle bir tezahürat gördük ki daha programımız bitmeden biz bitirmek zorunda kaldık. Çünkü bütün arkadaşlar ve ben çok duygulanmıştık, devam etmemize imkân yoktu.”

sahneyi şimdilik bırakmam

sanatçı, eğer maddi bakımdan tatmin edilir ve istikbali garanti altına alınırsa ileride sahneden çekilecek ve kendini tamamen radyoya adayacakmış:

"eğer maddi bakımdan tatmin edilirsem sahneyi bırakır ve bir idareci olarak radyoya tamamen geçerim." diyor. "bundaki amacım türk müziğini daha geniş bir kitleye sevdirebilmektir. çünkü layıktır türk müziği buna."

cenap akçal
milliyet tv radyo dergisi, 5 şubat 1973, 19. sayı - sayfa: 5
https://www.arsivsozluk.com/d/49
Devamını okuyayım...
disco
0

süheyl ünver

kurucusu olduğu tıp tarihi enstitüsü için, temmuz 1966'da hayat tarih mecmuası'na röportaj vermiştir.

#23
disco
0

fifa 2001

Futbol severlerin ve oyuncuların sabırsızlıkla beklediği oyun, bu yazı hazırlanırken piyasaya henüz sunulmamıştı ama gördüğümüz ekran görüntüleri ve edindiğimiz derin bilgiler beklentilerimizi bir kat daha artırmıştı.

motion capture yönteminin sağladığı avantajla “realistik” kelimesinin hakkını veren oyun yıllardır taşıdığı “1 numara” damgasını boşuna yemediğini son versiyonuyla ispatlamaya hazırlanıyor. electronic arts’ın Kanada stüdyolarında geliştirilen oyun için bu sene yine Amerikan Futbol Ligi “MLS” oyuna sponsor oldu. Zaten oyunu Internet’te herhangi bir sitede aramaya kalktığınızda FIFA 2001 Major League Soccer ismi karşınıza çıkıyor. Oyunda yine 3D oyuncu modellemeleri, gol sonrası sevinç gösterileri ve maç başlangıç görüntüleri var. Her sene olduğu gibi top saklama tekniklerinde bir değişime gidilmiş. Bu sene artık Ctrl ya da Alt tuşlarında bastığımız zaman geçen yıllardaki hareketler yerine değişik varyasyonlar seyredeceğiz. Tabi top sizde olmadığı zamanlardaki taktiklerde de bir değişime gidildiği gelen duyumlar arasında. Ama tam olarak bir şey söylemek için oyunun piyasaya çıkmasını bekliyoruz. Oyunda bu yıl en dikkat çekici değişimlerden biri de artık maç sırasında yan hakemleri de görebilecek olmamız. Daha önceleri orta hakem hegomanyasındaki oyunun böylece daha adil bir oynanış sunması bekleniyor. Bariz ofsaytlardan yediğimiz goller daha dün gibi aklımızda. Yan hakemlerin oyunun yapay zekasına bir katkı yapıp yapmayacağını ise oyun piyasaya çıkmasıyla anlayabileceğiz. Umarız yan hakemlerin katkısı sadece grafik çeşitlemesi olarak kalmaz ve oyunlar daha zevkli bir hale gelir.

Kımılda Biraz

Bir 3D model çizersiniz. Modelin eklemlerini, hareket edebilir hale getirirsiniz. Fakat, gerçek insanın yürüyüşündeki ahengi, akıcılığı ve “insanlığı” gerçek insanları kullanmadan o modele veremezsiniz. Eğer modeli kendi tasarladığınız hareketlerle hareketlendirmeye kalkarsanız insan görünüşlü bir robot tasarlamış olursunuz.

Motion capture tekniği çizilen modellere gerçekçi hareketler kazandırmak için kullanılan bir yöntem. Bu yöntemde hareketleri kaydedilecek insanın üzerine bilgisayara bağlı vericiler bağlanıyor. Aynı anda 3D yazılım da çalıştırılıyor ve üzerinde vericiler bağlanan insanın hareketleri gerçek zamanlı olarak modele aktarılıyor ve hareketlendirilmiş bu 3D modeller kaydediliyor.

ea sports’un FIFA serisinde ilk olarak fifa 97’de kullanılan motion capture tekniği, futbolcuların hareketlerine, serinin önceki oyunlarındakilere göre bariz bir gerçekçilik hissi katmıştı. (bkz: fifa 98)’de futbolcuların sevinme, üzülme ve hakeme itiraz etme görüntüleri için de yine motion capture tekniğinden faydalanıldı. fifa 99’da hem hareket sayısı arttırılmıştı hem de futbolcuların ağız hareketleri konuşma, sevinme ve üzülme esnasında değişiyordu. Yine motion capture ile kaydedilen bu hareketlere fifa 2000’de pek çok yenileri eklendi. Mesela artık futbolcuların surat mimikleri vardı ve gol atan bir futbolcunun yüzünden sevincini, yere düşürülen başka bir tanesinin yüzünden acısını, kırmızı kart gören bir diğerinin yüzünden de sinirini anlayabiliyordunuz.

FIFA 2001’de Neler Var?

Fifa 2001’de surat modelleri ve üzerinde özellikle durulmuş ve mimiklerde dudak uçuklatan bir gerçekçilik sağlanmış. Artık Hagi gerçekten Hagi gibi; hasan şaş ise zenci değil. Bunun yanında, motion capture kayıtlarında aralarında dünyaca ünlü, lothar matthaus, Hidetoshi Nakata, Paul Scholes, Thierry Henry, Edgar Davids, Gaizka Mandieta, Shimon Gershom’un da bulunduğu pek çok futbolcu kullanıldı. Profesyonel futbolcuların hareketleri kendisini oynanışta da şüphesiz belli edecek. Kafa toplarında kambura yatma, çalımlarda ayağa sert girme gibi “şık” ofansif hareketlerin karşılığında rakipleriniz de yine aynı şekilde “şık” bir biçimde acı çekecekler.

Geçen yıla göre değişmeyen noktalara da kısaca bir göz atalım. İlk olarak bu sene FIFA’nın herhangi bir kural değişikliğine gitmemesinden dolayı oyunda kural olarak değişen bir şey yok. Yine geçen yıllarda olduğu gibi oyun modları da aynı. multiplayer desteğinde ise bir artırıma gidilmemiş yine. Aynı anda LAN üzerinden 4 kişi oynayabileceğiniz bir network oyun modu mevcut. Ayrıca 8 kişiye kadar da aynı bilgisayar üzerinden farklı takımlar seçerek oyun oynama ve turnuva düzenleme şansınız da var. Oyun Hagi ile tanıtımı gerçekleştirdikten sonra piyasayı uzun süre meşgul edeceğe benziyor. Eğer siz de oynayanların böbürlenmelerinie aldırış etmek istemiyorsanız oynamamazlık etmeyin, acele edin.

oğuzhan özdemiralp burak beder
gamepro Dergisi – Kasım 2000 – 13. Sayı – ISSN: 1302-5651 Yaysat No: 2000011
Sayfa: 24

https://www.arsivsozluk.com/d/20
Devamını okuyayım...
disco
0

amiga 4000

uzun zamandan beri yeni bir gelişme göstermeyen, eski sistemlerin yeni modellerini üreten commodore firması sonunda yeni seri amiga'ları piyasaya sürdü. aslında daha önce a800, 2200, 4100, 4200 ve 4300'ün tasarımlarının yapıldığı haberi ve bu yeni modellerin özellikleri commodore'dan bildirilmişti. fakat beklenenlerin tersine 4000 serisi yerine tek bir a4000 modeli ve diğerlerinin yerine de mini 4000 sayılabilecek sürpriz bir amiga modeli üretildi ve a1200 satışa sunuldu. her iki makina da commodore'un piyasadaki imajını yükseltecek özellik ve gelişimleri sahip.

hatırlarsınız firmanın ürettiği en son makina amiga 600'dü. gerçek bir ev bilgisayarı olarak tasarlanan ve bu amaçla piyasa sürülen 600, commodore'un oyun ve iş makinalarını birbirinden ayırt etme yolunu seçtiğine dair ilk mesajı veriyordu ve yeni nesil makinaların çıkmasıyla bu kanı daha da güçlendi. özellikle amiga 4000 pek çok yönden kullanıcının ihtiyaçlarına cevap verebilecek bir makina. her şey yenilenmiş ve ek pek çok özellik getirilmiş. ilk göze çarpan değişiklikler ise dış görünüşte. klavye amiga cdtv'ninkiyle aynı mouse ise tüm kullanıcılara azap veren garip mouse yerine gerçekten makinaya uygun hızlı bir yardımcı, drive artık 1.76 mbyte diskleri formatlayabilen hd drive. makina iç donanımına girdikçe a3000 ile arasındaki farklar ortaya çıkmakta. ilk olarak 3000'de olup 4000'de bulunmayanlar:

4000'in üzerinden 3000'e göre daha az konektör var. sahip olduklarınız seri, paralel, ek disk sürücü ve video bağlantıları, scsi portu, 31khz monitör çıkışı ve composite video çıkışı makina içinde yer almıyor. 31khz çıkış almak için ufak bir adaptöre ihtiyacınız var.

4000'e ait ek özellikler ise şöyle:

cpu 56ec040, bu çip intel 80486sx çip'inin motorola modeli. matematik ünitesi (fpu - floating point unit) ve bellek yönetim ünitesi (mmu - memory management unit) çıkartılmış durumda. bunun tek sebebi ise makina fiyatını ucuzlatmak. hemen belirtmek isterim makinanın dizaynı yapılırken gelecekte çıkabilecek güçlü çiğler düşünülmüş ve cpu, board yerine ayrı bir slot üzerine yerleştirilmiş bu sayede 68050, 68060 veya üstü bir çip çıktığında makina üzerindeki çip'i çıkartıp yerine yenisini takma imkanına sahipsiniz.

1- 68040: yeni amiga'nin kalbi. 25 mhz hızda çalışan işlemci.
2- aga chipset: yeni özel çipset, aga çipset sayesinde workbench 256 renkte çalışabiliyor.
3- ram expansion: 32 bit çip memory, 16 mbyte'a kadar yükseltilebiliyor.
4- ide interface: scsi'lere gøre ucuz olan ide hard disklerin kullanılabilmesi için arabirim.
5- floppy sürücü: 1.76 mbyte'a kadar disketlerimizi kullanabileceğiniz yüksek kapasiteli yeni disk sürücü.

amiga dergisi - şubat 1993 - sayı 1
sayfa: 9

https://www.arsivsozluk.com/d/26
Devamını okuyayım...
retrolover
0

bira

Bira, 6.000 yılı aşkın bir süredir değişik biçimlerde yapılan bir içkidir. Eski Mısırlılarla Babillilerin de bira yaptığı bilinmektedir. ilk çağlarda bira mayalama, fırınlarda yapılan bir işlemdi; çünkü bira yapımının ön işlemleri ile ekmek yapım ı arasında bir benzerlik söz konusuydu. İlk bira türleri, biraz pişirilmiş ekmeğin (ekmek, filizlenmeye başlamış arpa kırığı ve maya ile yapılırdı) ıslatılıp mayalanmaya bırakılması yoluyla üretilmekteydi.

XIV. yüzyıla doğru biracılık, özelleşmiş yöntem­leri ile ayrı bir alan olarak gelişti. Üç yüzyıldan daha uzun bir süre boyunca, bu gelişim, büyük ölçüde manastırların biracılık çalışmalarıyla hızlandırıldı. Orta çağ’da başlıca bira üreticileri, keşişlerdi. Kesişler ürünleriyle, yalnızca kendi gereksinmelerini karşılamakla kalmıyor, bölge halkının tüketimi için de bira üretiyordu. Söz konusu dönemde biracılık, evlerde, çoğunlukla kadınlar tarafın dan yapılmaktaydı.

Ticari amaçlı biracılık, beş yüzyıl kadar, dikkate değer biçim de Avrupa’da ve XVIII. yüzyılda özellikle Kuzey Amerika'da düzenli olarak gelişti. XIX. yüzyılın ortalarında Batı’da binlerce bira imalathanesi vardı. O günden bu yana biracılık, büyük bir endüstri dalı haline geldi. Modern bira üretimi, büyük çaplı ve karmaşık bir işlemdir. 1973’de dünya bira üretimi 1873’tekinin 15 katına ulaştı. Buna karşılık, aynı süre içinde bira fabrikalarının sayısı on kat azaldı. Yani, 1973 ortalaması ile, fabrika başına bira üretimi 150 kat artmış oldu. Bu büyük gelişme, biracılık tekniğine de yansıdı: 1898’lerde biracılıkta ticari olarak kullanılan birinci maya ayırıcısının kapasitesi, saatte 1 metreküpken, 1973’te bu miktar saatte 200 metreküp oldu.

Bira türleri: Biralar iki ana türe ayrılabilir: alt mayalandırma yöntemiyle yapılanlar, üst mayalandırma yoluyla yapılanlar. Alt mayalandırma biralarının bazı türleri, ilk kez üretildikleri bölgenin adıyla anılır. Örneğin, Çekoslovakya’nın Pilsen bölgesinde üretilene Pilsener, Almanya’nın Dortmund bölgesinde üretilenine Dortmunder denir. Bunların çoğunun rengi açıktır, iyi havalandırılmıştır ve üst mayalandırma biralarına oranla daha az maya tadı vardır. Alt mayalandırma, aynı zamanda. daha esmer bira üretiminde de kullanılır. İngiltere, Yeni Zelanda ve Avustralya gibi birkaç ülke dışında, dünya bira üretiminin çoğu alt mayalandırmayla yapılır. Bu biralar, genellikle, ağırlıklarının % 3-5'i kadar alkol içerirler.

Bira yapımı: Bira yapımında kullanılan ham ­maddeler, üretilen biranın türü ve niteliği üstünde belirleyici bir rol oynarlar. Kuramsal olarak bira, herhangi bir tahıl ya da patates gibi bir nişasta kaynağının, su içinde mayalanmasıyla yapılabilir. Ancak uygulamada, en çok arpa kullanılır. Öteki tahıllar arpanın altına, maliyeti düşürmek ya da bazen istenen tadı vermek için katılır. Bu amaçla kullanılan başlıca maddeler pirinç, mısır, tapyoka (bir tür nişasta), soya fasulyesi ezmesi, maltlanmamış arpa ve değişik şekerlerdir.

Bira yaparken ilk işlem arpa, su ve maya diye bilinen şerbetçiotundan bir şıra yapmaktır. Arpa. maltlanmadan kullanılmaz. Maltlama işlemi ise, genellikle, birahanede değil, malt fabrikalarında yapılır. Arpa, denetimli koşullarda, mayalanma için büyük önem taşıyan ve KATALİZÖR olarak görev yapan enzimler'in üreyeceği biçimde çimlendirilerek maltlanır.

Tahılı yumuşatmak ve çimlenmeyi hızlandırmak için arpa 13-16°C sıcaklıkta suya batırılarak, 48— 72 saat arasında bekletilir. Bu süre, kullanılan tanelerin türüne göre değişir. Islatmadan sonra geniş kazan ya da kutulara kon an arpaya, çimlenmeyi geliştirmek için 7-11 gün süreyle nemli hava üflenir. Sonra, nem oranı % 1,5-2’ye in inceye kadar fırınlarda kurutulur. Çimlenme sırasında oluşan filizler ayrılır. Bunlar toplanarak hayvan yemi olarak kullanılır. Böylece arpa, için de enzimlerin bulunduğu malt haline gelmiştir.

malt , bira fabrikasında öğütülür; su ve başka maddelerle karıştırılarak mayşe haline getirilir. Mayşeleme (şekerleme) sırasında enzimler, şeker ve nişasta gibi çözünen maddeleri ortaya çıkarır. Protein gibi çözünmeyen maddeler de enzimlerle çözünür hale gelir; enzimler aynı zamanda malt nişastasını da maltoz şekerine dönüştürür. Bu şekerin miktarı, biranın alkol oranını belirler. Fiziksel ve kim yasal süreçler ile enzim etkinliği, biranın türünü ve niteliğini belirlediğinden, mayşeleme işlemini denetim altında gerçekleştirmek gerekir. Üst ve alt mayalandırma biralarının mayşeleme işlemleri, birbirinden farklıdır.

Bira yapımındaki ana aşamalar: Arpa önce maltlanır ve öğütülür. Sonra su ve tahıl ya da şeker gibi değişik katkı maddeleriyle birlikte kazana konur. Mayşelendikten sonra şıra, artık küspeden ayrılır (küspe sığır yemi olarak kullanılır) ve şerbetçiotlarıyla kazanda kaynatılır. Kaynatma işlemi tamamlandıktan sonra, sıcak şıra süzülür ve soğutuculara pompalanır. Artık otlar, gübre olarak kullanılabilir. Soğumuş şıra, bira mayasının da eklendiği mayalandırma kazanlarına konur. Mayalandırmadan sonra, şişelenmeden, kutulanmadan ya da tahta ya da metal fıçılara konmadan önce süzülür ve depolanır.

nasıl çalışır: bilim, teknoloji ve icatlar ansiklopedisi
gelişim yayınları, cilt 1, 1980
sayfa: 263, 264, 265, 266

https://www.arsivsozluk.com/d/38
Devamını okuyayım...
disco
0

albert johan kramer

1959 yılında, dünyanın en uzun adamıdır. hakkında hayat dergisi'nde haber yapılmıştır.

dünyanın en uzun adamı bir hollandalıdır.

dünyanın en uzun adamı, holanda'nın amsterdam şehrinde a.j. kramer'dir. ancak 2.5 metreye yakın boyu ile kramer, sirklerden, sergilerden, meraklıların bakışlarından hulasa teşhir olunmaktan hiç hoşlanmamakta; normal bir hayat yaşamayı tercih etmektedir. kramer'in amsterdam'da bir kahvehanesi vardır. yakın zamanlara kadar dev cüssesi sayesinde muazzam servet yapmak imkanlarını veren bir çok teklifler alıyordu. hatta televizyonda görünmesi için bile teklif aldı. fakat bütün bu teklifleri reddeti. kramer'in cesaretini duyan memleketteki diğer uzun boylular bir araya kulüp kurdular: "uzun adamlar kulübü". tabii kulübün başına kramer'i geçirdiler. azalar, reislerinin kahvehanesinde muntazam toplantılar yapıyorlar, sohbet ediyorlardır. kramer'in eşi bir isviçrelidir ve normal cüsselidir. karı koca pek mesut yaşamaktadırlar. son zamanlarda kramer'in aldığı mektupların sayısı o kadar çoğaldı ki, kulüp başkanlığından tamamen vazgeçerek bu işi bir başkasına devretti. şimdi karı koca, mütecessis nazarlardan uzak olarak sakin ve rahat bir hayat geçirmektedirler. büyük resimde mr. kramer'in uzun adamlar kulübüne gitmek üzere otobüse binmeğe hazırlanışını görüyorsunuz. küçük resimde ise bay ve bayan kramerlar kahvehanelerinde görülüyorlar.

hayat dergisi - 31 temmuz 1959 - sayı: 31
sayfa: 11

https://www.arsivsozluk.com/d/18
https://www.arsivsozluk.com/r/19/+
Devamını okuyayım...
disco
0

ghost rider

hayalet sürücü, ülkemizde pek tanınmasa da, kapıkule'nin dışarısında büyük hayranlıkla takip edilen bir marvel çizgi romanı. konsept olarak herhangi enteresan bir tarafı yok: kafası alevli meyve tabağına benziyor, sırtına astığı ve kement gibi kullanabildiği bir zinciri var, bir de "kefaret bakışı" diye bir numarası, hepsi o... ulaşım aracı olarak ise mefisto sponsorluğunda bindiği cehennem motosikletini kullanıyor.

film, daha başından aksamaya, özellikle johnny blaze'in (nicolas cage) mefisto'ya (peter fonda) ruhunu satmasına kadar geçen sürede tüm hollywood klişelerini kullanmaya başlıyor. yönetmen, johnny ile roxanne simpson'ın (eva mendes) imkansız aşkını o kadar basmakalıp anlatıyor ki, kendinizi filmin ilk 15-20 dakikası geçsin diye yalvarırken buluyorsunuz. düşünsenize: kavuşması imkansız aşıkları, kavuşamayacaklarını anlayacakları ana kadar geçen sürede, genişçe bir ovadaki eski bir ağacın altında buluşturmak, öpüştürmek, bununla da kalmayıp ekolojik dengeyi hiçe sayarak ağaca "j&4 forever" kazıtmak da ne oluyor acaba? sinemanın bu dili çoktan aştığını düşünüyorum.

film, her şeyiyle bir klişe-film, orası kesin. senaryo on binlerce kere tekrarlanmış basit bir matematiği tekrar etmekten başka hiçbir şey yapmıyor. johnny blaze'in küçüklüğünden beri heyecana ve üne tutkun bir motosiklet sevdalısı olması, bunu yaparken işin şov kısmını abartması ve sahnedeki bir taş parçasına çarpıp tökezlemesi, babasının ona kızması "hiç öğrenemeyeceksin, değil mi?" tarzındaki konuşması... bunları filmin ilk saniyelerinde tahmin edip ilerleyen dakikalarda izlemek kadar can sıkıcı bir şey olamaz herhalde.

sonra mefisto geliyor. onun gelişi bile ayrı bir klişe unsuru: babasının kanser olduğu haberini alan johnny blaze, ilk iş olarak hastaneye gitmek yerine, motorunun balatasıyla cıvatasıyla uğraşmayı uygun buluyor. bu sırada içeri destursuz giren mefisto'dan (ki arkasında şimşekler çakan, simsiyah giyinmiş bir peter fonda'yı yolda görsem korkarım) korkmaması "söyle bakalım ihtiyar" diye yaklaşması, daha da düşündürücü. son bir detayı da atlamamalı: mefisto yürürken bir anda çakan bir şimşek, duvara gölgesini düşürüyor. o gölgeninde eciş bücüş bir yaratık halinde olduğunu, bunu murnau'nun 1922 senesinde keşfettiğini ve artık sadece b filmlerinde kullanılan bir numara olduğunu da belirtmek gerekiyor.

b filmi demişken, her ne kadar gerçekte öyle olmasa da, ya da öyle olması amaçlanmamış olsa da, filmin üzerine yapışmış bir b filmi havası var. perdede gördüğümüz şeyler ucuz numaralar, johnny-roxanne aşkı dahi yıllar öncesinde kalmış gibi duruyor, oyunculuklar da bir o kadar yavan; dolayısıyla film, o b filmlerine has havaya sahip oluyor bir şekilde. "120 milyon dolar bütçeli b filmi mi olurmuş?" demeyin, oluyormuş.

en kötü filmin dahi iyi bir yanını yakalamak elzemdir hani, hayalet sürücü için de bunu yapacağız. kadroda, gerek rolüyle, gerekse de oyunculuğuyla diğer herkesi ezen, nicolas cage'e ve peter fonda'ya nal toplattıran, sonlara doğru gerçek yüzünü görüp iyice hastası olduğumuz bir isim isim var: sam elliott, namıdiğer "caretaker". filmin, yapımcılarının da olmasını arzuladığı o western'e yaklaşan bel kemiği rolünde, bu kovboy filmlerinden fırlamış, şapkalı, sakallı, mezarcı bir karakter var. sam elliott, "ne varsa eski topraklarda var" savını kanıtlarcasına, bunca yıldız ismin arasından öyle bir parlamış ki, nicolas cage'in dikkatle izleyip bir çizgi roman uyarlamasında nasıl rol kesmesi gerektiğini öğrenmesi gerekiyor bu ağabeyinden. hem, caretaker'ın atı johnny blaze'in cehennem motosikletinden çok daha havalı.

yapımcılar, böylesine klişe ve yavan bir hayalet sürücü uyarlaması yerine, hikayenin caretaker tarafını çekmeyi düşünseler daha iyi olur. düşünsenize: mefisto'ya dahi meydan okuyan, atıyla cümle aleme korku salan bir sam elliott, çok daha çekici olmaz mıydı?

karar: nicolas cage ve peter fonda'nın yüzü suyu hürmetine izleriz diye düşünüyorduk, sam elliott bizi ters köşeye yatırdı.film iki yıldız aldıysa bir tanesi de bu ağabeyin hatrınadır, biline...

serkan mutlu
empire dergisi - mart 2007 - sayı: 4 issn: 1307-1300
sayfa 32-33
https://www.arsivsozluk.com/d/27
Devamını okuyayım...
disco
0