bira

Bira, 6.000 yılı aşkın bir süredir değişik biçimlerde yapılan bir içkidir. Eski Mısırlılarla Babillilerin de bira yaptığı bilinmektedir. ilk çağlarda bira mayalama, fırınlarda yapılan bir işlemdi; çünkü bira yapımının ön işlemleri ile ekmek yapım ı arasında bir benzerlik söz konusuydu. İlk bira türleri, biraz pişirilmiş ekmeğin (ekmek, filizlenmeye başlamış arpa kırığı ve maya ile yapılırdı) ıslatılıp mayalanmaya bırakılması yoluyla üretilmekteydi.

XIV. yüzyıla doğru biracılık, özelleşmiş yöntem­leri ile ayrı bir alan olarak gelişti. Üç yüzyıldan daha uzun bir süre boyunca, bu gelişim, büyük ölçüde manastırların biracılık çalışmalarıyla hızlandırıldı. Orta çağ’da başlıca bira üreticileri, keşişlerdi. Kesişler ürünleriyle, yalnızca kendi gereksinmelerini karşılamakla kalmıyor, bölge halkının tüketimi için de bira üretiyordu. Söz konusu dönemde biracılık, evlerde, çoğunlukla kadınlar tarafın dan yapılmaktaydı.

Ticari amaçlı biracılık, beş yüzyıl kadar, dikkate değer biçim de Avrupa’da ve XVIII. yüzyılda özellikle Kuzey Amerika'da düzenli olarak gelişti. XIX. yüzyılın ortalarında Batı’da binlerce bira imalathanesi vardı. O günden bu yana biracılık, büyük bir endüstri dalı haline geldi. Modern bira üretimi, büyük çaplı ve karmaşık bir işlemdir. 1973’de dünya bira üretimi 1873’tekinin 15 katına ulaştı. Buna karşılık, aynı süre içinde bira fabrikalarının sayısı on kat azaldı. Yani, 1973 ortalaması ile, fabrika başına bira üretimi 150 kat artmış oldu. Bu büyük gelişme, biracılık tekniğine de yansıdı: 1898’lerde biracılıkta ticari olarak kullanılan birinci maya ayırıcısının kapasitesi, saatte 1 metreküpken, 1973’te bu miktar saatte 200 metreküp oldu.

Bira türleri: Biralar iki ana türe ayrılabilir: alt mayalandırma yöntemiyle yapılanlar, üst mayalandırma yoluyla yapılanlar. Alt mayalandırma biralarının bazı türleri, ilk kez üretildikleri bölgenin adıyla anılır. Örneğin, Çekoslovakya’nın Pilsen bölgesinde üretilene Pilsener, Almanya’nın Dortmund bölgesinde üretilenine Dortmunder denir. Bunların çoğunun rengi açıktır, iyi havalandırılmıştır ve üst mayalandırma biralarına oranla daha az maya tadı vardır. Alt mayalandırma, aynı zamanda. daha esmer bira üretiminde de kullanılır. İngiltere, Yeni Zelanda ve Avustralya gibi birkaç ülke dışında, dünya bira üretiminin çoğu alt mayalandırmayla yapılır. Bu biralar, genellikle, ağırlıklarının % 3-5'i kadar alkol içerirler.

Bira yapımı: Bira yapımında kullanılan ham ­maddeler, üretilen biranın türü ve niteliği üstünde belirleyici bir rol oynarlar. Kuramsal olarak bira, herhangi bir tahıl ya da patates gibi bir nişasta kaynağının, su içinde mayalanmasıyla yapılabilir. Ancak uygulamada, en çok arpa kullanılır. Öteki tahıllar arpanın altına, maliyeti düşürmek ya da bazen istenen tadı vermek için katılır. Bu amaçla kullanılan başlıca maddeler pirinç, mısır, tapyoka (bir tür nişasta), soya fasulyesi ezmesi, maltlanmamış arpa ve değişik şekerlerdir.

Bira yaparken ilk işlem arpa, su ve maya diye bilinen şerbetçiotundan bir şıra yapmaktır. Arpa. maltlanmadan kullanılmaz. Maltlama işlemi ise, genellikle, birahanede değil, malt fabrikalarında yapılır. Arpa, denetimli koşullarda, mayalanma için büyük önem taşıyan ve KATALİZÖR olarak görev yapan enzimler'in üreyeceği biçimde çimlendirilerek maltlanır.

Tahılı yumuşatmak ve çimlenmeyi hızlandırmak için arpa 13-16°C sıcaklıkta suya batırılarak, 48— 72 saat arasında bekletilir. Bu süre, kullanılan tanelerin türüne göre değişir. Islatmadan sonra geniş kazan ya da kutulara kon an arpaya, çimlenmeyi geliştirmek için 7-11 gün süreyle nemli hava üflenir. Sonra, nem oranı % 1,5-2’ye in inceye kadar fırınlarda kurutulur. Çimlenme sırasında oluşan filizler ayrılır. Bunlar toplanarak hayvan yemi olarak kullanılır. Böylece arpa, için de enzimlerin bulunduğu malt haline gelmiştir.

malt , bira fabrikasında öğütülür; su ve başka maddelerle karıştırılarak mayşe haline getirilir. Mayşeleme (şekerleme) sırasında enzimler, şeker ve nişasta gibi çözünen maddeleri ortaya çıkarır. Protein gibi çözünmeyen maddeler de enzimlerle çözünür hale gelir; enzimler aynı zamanda malt nişastasını da maltoz şekerine dönüştürür. Bu şekerin miktarı, biranın alkol oranını belirler. Fiziksel ve kim yasal süreçler ile enzim etkinliği, biranın türünü ve niteliğini belirlediğinden, mayşeleme işlemini denetim altında gerçekleştirmek gerekir. Üst ve alt mayalandırma biralarının mayşeleme işlemleri, birbirinden farklıdır.

Bira yapımındaki ana aşamalar: Arpa önce maltlanır ve öğütülür. Sonra su ve tahıl ya da şeker gibi değişik katkı maddeleriyle birlikte kazana konur. Mayşelendikten sonra şıra, artık küspeden ayrılır (küspe sığır yemi olarak kullanılır) ve şerbetçiotlarıyla kazanda kaynatılır. Kaynatma işlemi tamamlandıktan sonra, sıcak şıra süzülür ve soğutuculara pompalanır. Artık otlar, gübre olarak kullanılabilir. Soğumuş şıra, bira mayasının da eklendiği mayalandırma kazanlarına konur. Mayalandırmadan sonra, şişelenmeden, kutulanmadan ya da tahta ya da metal fıçılara konmadan önce süzülür ve depolanır.

nasıl çalışır: bilim, teknoloji ve icatlar ansiklopedisi
gelişim yayınları, cilt 1, 1980
sayfa: 263, 264, 265, 266

https://www.arsivsozluk.com/d/38
Devamını okuyayım...
disco
0

300

spartalı sözcüğü çağdaş ingilizcede "çetin" ya da "disiplinli" gibi anlamlar taşır. spartalıların bu özelliklere sahip olduğunu söylemek yanlış olmasa da bu ifadelerin hiçbiri antik yunanın bu nevi şahsına münhasır halkını layığıyla anlatmaz. "kavgacı manyaklar" spartalılar için daha uygun bir ifade olurdu herhalde, bundan şüphe edenlerin 300'ü görmeleri yeterli olacaktır. sin city'nin yaratıcısı frank miller'ın aynı adlı grafik romanından uyarlanan 300, bu kadim ülkenin en güzel zamanlarını anıyor. sparta yıllar boyu düşmanlarına korku saldı ama ebedi şanını m.ö. 480 yılında thermopylae'de kazandı. bu cesur savaşçıların başarıları sonsuzluk vadisinde çınlamakta hala.

yapımcılarının "gladyatör üzeri sin city" şeklinde tarif etmekten hoşlandıkları 300, bronz ve kan kırmızısının hakim olduğu grafik aslına oldukça sadık kalınarak sinemaya aktarılmış, böylece film en az biri bizi gözetliyor evlerinin fantastik konukları kadar gerçeklikten kopuk olmuş. tarihte yaşanmış bir olay olan thermopylae muharebesi, ikinci pers savaşının başlangıcı olmuştu. filmde gerard butler'ın canlandırdığı sparta kralı leonidas, hoplite adı erilen 300 gözü kara savaşçısıyla kuzey yunanistan'daki 'sıcak geçit'i, tarihin babası herodot'un bir milyon kişi olduğunu iddia ettiği işgalci pers ordusuna karşı cansiperane savunmuştu. her ne kadar günümüz araştırmacıları pers ordusunun 200.000 kişiden daha fazla olmadığını iddia etse de, miller ve snyder herodot'un sayısal tahminini kullanmayı tercih etmişler. hatta filmde herodot'un kimi ifadeleri birebir kullanılmış ('o halde biz de gölgede savaşırız' gibi) ama diğer taraftan ikili, örneğin pers ordusundaki devasa fillerin sayısı kendilerinden yüzlerce kat büyük bir ordu karşısında müthiş bir cesaret gösteriyorlar. spartalı'ların hikayesi bir efsane aslında, kafasındakileri kağıda dökerken miller'ın zihninin en üst noktasında da işte tam bu düşünce yer alıyor. miller 300 sayısının tarihsel olarak yanlış olduğunun bilincinde, bu onun gerçek bir olayı bir tür mitolojiye dönüştürme yöntemi, böylece hikayeye klasik epikle özdeleştirilen gücü ve zarafeti katmış oluyor. eğer thermopylae savaşı bin yıl daha önce yaşanmış olsaydı, hiç şüphe yok yeni bir efsanenin temeli atılmış olacaktı ve bu efsanenin her bir parçası homeros'un anlattıkları kadar fantastik ve eğlenceli (ve de homeros'un ilyada'sından sinemaya uyarlanan truva'nın donuk ambiyasından çok daha canlı) olacaktı. köklerini efsanelerde bulan bir hikayeyi yeniden anlatan truva (troy) gerçekdışı öğelerden bu kadar yoksunken, gerçekte yaşanmış bir olaya dayanan 300'ün herhangi bir homeros hikayesi kadar hayalperest olması (kollarının olması gereken yerde uzun sivri dişler bulunan şişman hilkat garibesi ya da keçi kafalı ozan örneğin) oldukça ironik.

snyder da miller'ın niyetine sadık kalmış ve ortaya etkileyici bir görsel şölen çıkarmış, kimi zaman özgün grafik anlatıyı kare kare taklit eden bir hikaye inşa etmiş; sanki dişleri dökülmüş yaşlı bir bilge kamp ateşinin etrafında boğuk sesiyle kahraman hikayeleri anlatıyor. aslında film bir hikaye anlatıcısı olan (bkz: dilios)'un etrafında kurgulanmış. filmin noksanlarını örten ve başarısını getiren de bu mitsel düşünme biçimi olmuş. tabii burada spartalıları unutmamak gerekir. butler ve arkadaşları, bir bar fedaisini andıran kaslı görünümleriyle, seçkin sparta askerleri rolünde seyirciye hayli inandırıcı bir portre sunuyorlar. filmde bir avustralyalının gün içinde içtiği biradan daha çok çıplak erkek görüyorsunuz, bu yarı çıplak adamlar üzerlerinde sadece pantolonları, miğferleri ve kalkanlarıyla savaşıyorlar ama filmden çıktığınızda damağınızda homo-erotik bir hikayenin tadı kalmıyor, kendi kendinize "bu adamların kıçı gerçekten sıkıymış" diyorsunuz. spartalıların savaş teknikleri ve dövüş tarzları tümüyle aslında uygun, savaş koreografilerinden bazıları filmin en iyi yönlerinden. Snyder, bizleri her bir spartalının yüz adam devirip ardından maraton koşacak enerjiye sahip olduğuna inandırıyor. butler adamlarının başındaki lider rolünde oldukça iyi, etrafa emirler yağdırıyor, yeri geldiğinde şakalar yapıp adamlarına güven aşılıyor. soylu ve inatçı leonidas çok karmaşık biri olmayabilir ama butler bunu becerecek karizmaya sahip.

ne yazık ki filmin yapısı ve de nihayetinde yönetiminden dolayı butler'dan bu tadı alamıyorsunuz. film ilk dakikasından itibaren epik bir film olmaya, bizi huşu içinde bırakmaya çalışıyor, öyle büyük fırça darbeleri vuruyor ki o curcuna içinde karakterler, motivasyon ya da döneme özgü detaylar gibi boşlukları yakalamakta güçlük çekiyorsunuz. bir süre reklam dünyasında pişen snyder sahneye 2004 yapımı ölülerin şafağı (dawn of the dead) ile çıkmıştı, 300 ise zaman zaman bir heavy metal videosu gibi görünüyor. bir noktada spartalılar düşmanın üzerine atıldıklarında kulağınıza gelen sesler de bu izlenimi destekliyor., spartalıların kendisi kadar acımasız, şiddetli bir testosteron seli üzerinize boşalıyor. sanki müzik biraz fazla abartılmış gibi, özellikle de dalgalanan arpa tarlalarının ortasındaki gladyatör'vari dövüş sahnelerinde. ayrıca snyder'ın ağır çekim kullanmaktan hoşlandığını da anlamış oluyoruz, dövüş sahnelerinde sakin sakin dövüşenleri taramaktansa aksiyonun hızını bir düşürüp bir yükseltiyor. idareli kullanıldığında oldukça keyif veren bu teknik filmin ortalarındaki hareketli sahnelerde haddiden fazla kullanılarak bir tür alışkanlığa dönüşmüş.

snyder filmin yüksek testosteron seviyesini bir parça dengelemek için kraliçe gorgo (lena headey) aracılığıyla filme östrojen enjekte etmiş. miller'ın çalışmasında geride duran sparta kraliçesini snyder daha da ön plana çıkarmış. kraliçenin sparta meclisine yaptığı yürek dağlayıcı konuşma, bir parça ortaokul münazaralarını anımsatsa da, en azından inandırıcı bir dille yazılmış, seyirciyi etkisi altına alan bir karakterin ağzından dökülüyor. sonuçta bunlar, leonidas ve onun spartalı savaşçıları için kolaylıkla sarf edilemeyecek sözler.

devasa bir güce sahip olan golyat'ın karşısına çıkıp ona meydan okuyan davut'un hikayesinden daha epik bir hikaye yoktur. homeros bunu biliyordu, leonidas bunu biliyordu. frank miller da biliyordu, 300'ü seyrettikten sonra siz de bileceksiniz. ama bunu önemsemeyeceksiniz, çünkü mitlerin ve epik anlatıların doğası gereği karakterizasyon ve dil hikayeye hizmet eden ikincil öğelerdir. tüm cesaret ve dik başlılıklarına rağmen spartalıların ölmesi ya da yaralanması bizim yüreklerimize dokunmaz, biz ne bu adamları tanıyoruzdur ne de onların kaderlerini önemseriz. butler'ın ifade ettiği eleme ya da onun savaşçı hünerlerine rağmen, o ve 300 adamı birer karikatür karakterden ibarettir bizim için, etrafa bağırıp çağıran, elde silah koşturan ama onları beyaz perdeden izleyenlerle bir bağ kurmakta sorun yaşayan kadim epiğin sıradan arketipleridir onlar. ne yazık ki gelmiş geçmiş en büyük hikayelerden birinin altından kalkılamamamış.

cem altınsaray
empire dergisi, mart 2007, sayı 4, issn: 1307-1300
sayfa 28-29-30

https://www.arsivsozluk.com/d/12
Devamını okuyayım...
disco
0

oyuncak hikayesi 2

(bkz: toy story 2)
disco
0

Colin McRae Rally 04

Bildiğiniz gibi rally oyunlarının en önde gideni Colin McRae Rally serisi, yeni bir oyununu daha piyasaya sürdü. Bize de ne kaldı? Tabi ki incelemek, yeniden incelemek.

Oyun 4 cd olarak geliyor ve dolayısıyla da biraz yüklü bir miktar yer kaplıyor. Yükleme olayı bittikten sonra hemen oyuna dalıyoruz.

Oyundaki menüler her oyunda olduğu gibi standart şeyler. Fazladan bir "Extras" bölümü var. Bu bölümde bütün bölümlerini geçtiğiniz şehirlerin oyunun grafik motoru ile yapılmış videolarını seyredebiliyorsunuz. Oyunun asıl menüsü Championship bölümü. Her CMR oyununda olduğu gibi bütün bölümleri sırayla oynayıp bitiriyorsunuz.

Championship bölümüne girdiğimizde ilk once adımızı girerek kendimize bir slot yaratıyoruz. Sonra karşımıza arabaların olduğu menu geliyor. Arabalar 4 kategoriye ayrılmış durumda. İlk kategori 4 WD; kullanılması en kolay arabaları içeriyor, sonraki sayacağım gruplarda zorluk bir öncekine gore artıyor. Kategori arabaları; Citroén Xsara Rally Car, Subaru Imprezza WRX 44s, Ford Focus, Mitsubishi Lancer Evo VII ve Peugeot 206. İkinci kategori 2 WD; Mg Zr Super 1600, Citroén Saxo Kit Car, Ford Puma, Fiat Punto ve VW Rallye Golf. Üçüncü kategori Group B; Audi Sport Quattro Rallye, Lancia 037, Peugeot 205 Evo 2 ve Ford RS 200. Son grup olan expert'teki arabaları kullanabilmek için bütün gruplardan bir arabayla şampiyonayı bitirmek gerekiyor. O arabalar da sır kalsın :).

Oyuna simulasyon olarak bakacak olursak, bence Codemasters bu sefer hepsinden daha çok güzel bir iş çıkarmış. Oyun biraz daha zorlaşmış fakat elinizde güç geri beslemeli (force feedback) bir direksiyon varsa (Microsoft Sidewinder FF Wheel gibi, ki Microsoft Sidewinder serisini artık üretmiyor, piyasada bulursanız alın) kendinizi rallide hissetmeniz olası. Yoldaki ufacık bir çukur bile direksiyona yansıtılmış. Arabaya dış kameradan bakarsanız bir çukura girdiğinizde süspansiyon hareketiyle direksiyonun titreşiminin eş zamanda hissedildiğini görebilirsiniz.

CMR serisini bu kadar ciddiye alarak oynamak istemiyorsanız Quick Race, Rally veya Stages menülerine hemen giriş yapabilirsiniz. Stages'de kendi seçtiğiniz bir stage'i, Rally'de ise oyundan seçtiğiniz bir bölümü (tabi ki o bölüme kadar gelmiş olmanız gerek) oynayabiliyorsunuz.

Oyunda gerçekçilik açısından değişen pek birşey yok. Rally sırasında başınıza gelebilecekler bir önceki CMR ile aynı. Tek fark Codemasters'ın yeni bir hasar motoru geliştirmiş olması. Farkettim ki araba artık çok daha ince ayrıntılarla parçalanabiliyor. Hele bir de yarışa başlamadan önce hasar motorunu Hard'a getirirseniz, bir iki vuruştan sonra hasar sürüşü etkilediği için arabayı kullanmak artık çok zor hale geliyor.

Gelelim grafiklere. Oyunda yine en çok değişen nokta burası. Yapımcılar bu sefer oyunun grafiklerini farklı bir yöntemle geliştirdiler. Gerçek bir rallide arabanın içinden çekilen bir yol fotoğrafını aynı şekilde bilgisayara aktarmaya çalıştılar. Özellikle de güneşin yol üzerinde yaptığı değişiklikler (mesela tozlu bir yolda sapsarı gözükmesi ve gözünüzü alması gibi) oyuna aynen yansıtılmış. Her CMR serisinde olduğu gibi en çok gelişme gösteren şey arabaların grafikleri. Her seferinde bir kaç yüz polygon fazla çizmeye özen gösteren Codemasters arabaları gerçekten şahane yapmış. Grafik açısından halen tek gelişme göremediğim taraf çevre grafikleri. Özellikle de tek tük ağaç yerleştirdikten sonra arkasına konulan duvar gibi bir resim atmosferi yarıya düşürüyor desem yalan olmaz. 4. oyunda da buna bir çare bulamadılarsa diyecek pek birşeyim yok.

Gördüğünüz gibi herşey ortada. Yeni bir CMR oyununun daha sonuna geldik. Ben bir yarış sever olarak herkeze tavsiyem bu oyunu arşivinizde bulundurmanız. Halen almadınızsa bence şimdiden CD'cinizin yolunu tutun. İyi oyunlar.

Doğcan Bıçakçı
TrGamer – 03.06.2004

https://www.arsivsozluk.com/d/8
Devamını okuyayım...
disco
0

tıp tarihi enstitüsü

1966 yılında, (bkz: tahsin tunalı) tarafından, kurucusu olan ord. prof. dr. ahmed süheyl ünver ve prof. dr. bedi nuri şehsüvaroğlu ile röportaj yapılmıştır.

türkiye'de, tarih ilmiyle ilgil, geniş imkanlı ve iyi kurulmuş müesseselerden biri de türk tıp tarihi enstitüsü'dür. enstitünün bir de türk tıp tarihi kurumu vardır. istanbul üniversitesi tıp fakültesi'ne bağlı olan bu müessese, şimdiye kadar pek çok kitap, dergi ve broşür yayınlamıştır. bunlar, yalnız tıp tarihi değil, türk sanat tarihinin çeşitli dalları üzerinde kaleme alınmış eserlerdir. enstitü, istanbul üniversitesi merkez binasının (eski harbiye nezareti) sol kanadında, birinci katta birçok salonu içine alıyor. önce enstitü'nün kurucusu olan değerli ilim adamı, sanatkar ve tarihçi ord. prof. dr. ahmed süheyl ünver'le konuşuyorum:

- kısaca biyografinizi anlatır mısınız?
- 1898'de istanbul'da doğdum. fakir büyüdüm. 1920'de 22 yaşımda doktor çıktım. büyük tıp bilginimiz rahmetli akıl muhtar bey, beni elimden tuttu. paris'e ihtisas yapmaya gönderdi ve üzerimden himayesini eksik etmedi. 1929'da asistan olarak istanbul üniversitesine intisab ettim. 1933'te üniversite ıslahatında doçent oldum ve tıp tarihi deontoloji kürsüsü'nü kurdum.

-affedersiniz, sözünüzü kestim. sizden önce üniversitelerimizde tıp tarihi okutulmaz mıydı?
- hayır, yalnız vakityle dr. galib ata bey, iki yıl tıp tarihi okutmuştur. yoksa böyle bir kürsü yoktu. şimdi tıp tarihi bir sömestrdir ve devam mecburidir. ne diyordum? 1939'da profesör ve 1954'te ordinaryüs oldum.

- sizden başka bu kürsüde kimler var?
- başta değerli arkadaşım prof. dr. bedi şehsüvaroğlu var. ben, tıp ve dişçilik fakülteleri'nde arkadaşım da eczacılık fakültesi'nde, bu dersi okutuyoruz. ayrıca doçent olmaya hazırlanan dr. sırrı akıncı ile dr. emine atabek ve birkaç asistanım var. bilhassa asistan ve sekreterim olan tülay tozanlı, gördüğünüz gibi bana çok yardımcı olmaktadır.

gerçekten tülay tozanlı, profesörün istediği herhangi bir dosya veya vesikayı, birkaç saniyede buluyor, hepsinin muhteviyatını biliyordu. süheyl ünver:

- bir de okutman (lektör) arkadaşımız var, diye sözlerine devam etti: ismail eren. kendisinin osmanlı tarihi üzerinde çok değerli incelemeleri vardır, okumuşsunuzdur. türk tıp tarihi kurumu'n da bir çok üyesi var. bunlardan emekli general nazmi çağan paşa, daima bizimle çalışır, prof. şehsüvaroğlu'nun eserlerinin listesini, güzel bir bibliyografya kitabı halinde yayınlamıştır.

- üye olduğunuz kurumlar hakkında bilgi de rica edebilir miyim?
- 18 türk ve yabancı ilmi kurumun üyesiyim. bu arada türk tarih kurumu'nu ve türk dil kurumu'nu, türkiye tıp akademisi'ni, milletlerarası tıp akademisi'ni ve nihayet benden başka ancak iki türk'ün, atatürk'ün ve said faik'in üye seçildikleri amerika'daki mark twain cemiyeti'ni sayabilirim. tarih kurumu'na, selçuk tababeti tarihi adlı kitabımdan dolayı 1940'ta üye seçildim.

- biraz da sanat cephenizden bahseder misiniz?
- yakın zamanlara kadar güzel sanatlar akademisi'nde türk minyatür ve tezyinat hocasıydım. şimdi aynı deri üniversitede veriyorum.

süheyl ünver'in, ressam, bilhassa çok değerli bir minyatürcü, tezyinatçı, tezhipçi ve hattat olduğunu burada kaydetmek lazımdır. türk pullarındaki tarihi resim ve motiflerini bir kısmını, o çizmiştir. avrupa'yı, yakın doğu'yu, birleşik devletler'i birçok defalar ziyaret etmiş olan süheyl ünver, dış ülkelerde de tanınan milletlerarası bir şahsiyet. avrupa ve amerika literatüründe adı sık sık geçiyor. büyük yabancı dergiler kendisiyle birçok röportaj yapmış. süheyl ünver'in diğer bir hususiyeti, yorulmak bilmez bir araştırıcı olması. pek değişik bahislerde sayısı yüze yaklaşan kitap ve risalenin müellifi. yazdığı makaleler binlerce.

- arşiviniz hakkında bilgi rica edebilir miyim? diye değerli bilgine son sorumu soruyorum.
- efendim, gördüğünüz arşiv, "ünver arşivi"dir. tamamen şahsi çalışma ve emeğimle toplanmıştır. bunların bir kısmını, kitaplarımla beraber ankara'da türk tarih kurumu'na hibe etmeye hazırlanıyorum. geri kalan kısmı, tıp tarihi enstitüsü'nde bir yadigarım olarak kalacak. milletten aldığım her şeyi milletime iade etmek istiyorum. arşivim ve kitaplarım, herkese açıktır. her isteyen, basit bir fiş imzalayarak burada çalışabilir. türkiye'de arşiv meselesi maalesef henüz ilkel durumdadır. bir milyon fişlik bir arşive acele ihtiyacımız vardır. böyle bir arşiv kurulacak olursa, araştırmacılar, son derece rahat çalışacaklardır. ben, böyle bir imkan yaratıldığı takdirde, bu arşivde fahriyen çalışmaya hazırım.

süheyl ünver, beni türk minyatür ve tezyinatı öğrettiği salona da götürdü. burada 20 kadar talebe çalışıyordu. bunların en ileri gideni ülker erke imiş. kendisiyle tanıştırdı ve bazı motif ve çalışmalarını doğan kardeş'in kartpostal olarak bastırdığını söyledi. ülker hanım'ın gördüğüm çalışmaları gerçekten nefisti.

pek nazik profesöre teşekkür ederek ayrıldım ve prof. dr. bedi nuri şehsüvaroğlu'nun çalıştığı salona girdim. biyografisi hakkında bilgi rica ettim.

- 1914'te istanbul'da doğdum, diye söze başladı prof. şehsüvaroğlu. 1939'da doktor çıktım. 1955'te, az kazançlı olduğu için kimsenin rağbet etmediği tıp tarihi kürsüsüne doçent oldum. 1962'de profesörlüğe yükseldim. 10'dan fazla yerli ve yabancı ilmi cemiyetin üyesiyim. ingilizce ve fransızca bilirim. ilk kitabım 1948'te çıktı. hicaz seyahatimi anlatır ve hac yolu adını taşır. sonradan bir düzine kadar kitap ve broşürle binden fazla makalem yayınlanmıştır. bir kitabımı da türk tarih kurumu bastırdı.

- sizin arşiviniz, süheyl bey'in arşivinden ayrı galiba?
- evet, benim arşivim "şehsüvaroğlu arşivi" diye damgalıdır ve bu gördüğünüz salondadır. ben de süheyl bey gibi bu arşivi şahsi gayretimle ortaya çıkardım. çocukluğumdan beri yazılı hiç bir kağıdı atmam. bu bakımdan, süheyl bey'le aynı burçta doğmuşuzdur ve beraber çalışmamız da bu benzerliğimiz yüzünden oldu.

prof. şehsüvaroğlu da, ensitü'nün diğer salonlarını ve müzelerini gezdirmek lütfunda bulundu. enstitü'nün görebildiğim salonları şöyle: süheyl ünver arşivi'nin bulunduğu iç içe iki salon, şehsüvaroğlu arşivi'nin bulunduğu uzun salon, türk tezyimat ve minyatür atelyesi, 2000 kadar yazmayı da içine alan ve bir çekme katı olan türk tarih müzesi, akıl muhtar özden ve neş'et ömer irdelp hocaların kütüphane ve eşyalarını ihtiva eden iki ayrı müze, nihayet teknofotografi merkezi. iki odası olan bu laboratuvarda, tarih mecmuası'nda birçok fotoğrafını yayınladığımız hasan ali göksoy ile ayhan pekşen çalışıyor. bu laboratuvar, idari olarak tıp tarihi enstitüsü'ne bağlı olmakla beraber, bütün istanbul üniversitesi için çalışıyor. türk tıp tarihi enstitüsü'nden çok memnun olarak ayrıldım.

röportaj: tahsin tunalı
hayat tarih mecmuası - sayı 6 - temmuz 1966
sayfa 12-13-14
https://www.arsivsozluk.com/d/31
Devamını okuyayım...
disco
0

fifa 2001

Futbol severlerin ve oyuncuların sabırsızlıkla beklediği oyun, bu yazı hazırlanırken piyasaya henüz sunulmamıştı ama gördüğümüz ekran görüntüleri ve edindiğimiz derin bilgiler beklentilerimizi bir kat daha artırmıştı.

motion capture yönteminin sağladığı avantajla “realistik” kelimesinin hakkını veren oyun yıllardır taşıdığı “1 numara” damgasını boşuna yemediğini son versiyonuyla ispatlamaya hazırlanıyor. electronic arts’ın Kanada stüdyolarında geliştirilen oyun için bu sene yine Amerikan Futbol Ligi “MLS” oyuna sponsor oldu. Zaten oyunu Internet’te herhangi bir sitede aramaya kalktığınızda FIFA 2001 Major League Soccer ismi karşınıza çıkıyor. Oyunda yine 3D oyuncu modellemeleri, gol sonrası sevinç gösterileri ve maç başlangıç görüntüleri var. Her sene olduğu gibi top saklama tekniklerinde bir değişime gidilmiş. Bu sene artık Ctrl ya da Alt tuşlarında bastığımız zaman geçen yıllardaki hareketler yerine değişik varyasyonlar seyredeceğiz. Tabi top sizde olmadığı zamanlardaki taktiklerde de bir değişime gidildiği gelen duyumlar arasında. Ama tam olarak bir şey söylemek için oyunun piyasaya çıkmasını bekliyoruz. Oyunda bu yıl en dikkat çekici değişimlerden biri de artık maç sırasında yan hakemleri de görebilecek olmamız. Daha önceleri orta hakem hegomanyasındaki oyunun böylece daha adil bir oynanış sunması bekleniyor. Bariz ofsaytlardan yediğimiz goller daha dün gibi aklımızda. Yan hakemlerin oyunun yapay zekasına bir katkı yapıp yapmayacağını ise oyun piyasaya çıkmasıyla anlayabileceğiz. Umarız yan hakemlerin katkısı sadece grafik çeşitlemesi olarak kalmaz ve oyunlar daha zevkli bir hale gelir.

Kımılda Biraz

Bir 3D model çizersiniz. Modelin eklemlerini, hareket edebilir hale getirirsiniz. Fakat, gerçek insanın yürüyüşündeki ahengi, akıcılığı ve “insanlığı” gerçek insanları kullanmadan o modele veremezsiniz. Eğer modeli kendi tasarladığınız hareketlerle hareketlendirmeye kalkarsanız insan görünüşlü bir robot tasarlamış olursunuz.

Motion capture tekniği çizilen modellere gerçekçi hareketler kazandırmak için kullanılan bir yöntem. Bu yöntemde hareketleri kaydedilecek insanın üzerine bilgisayara bağlı vericiler bağlanıyor. Aynı anda 3D yazılım da çalıştırılıyor ve üzerinde vericiler bağlanan insanın hareketleri gerçek zamanlı olarak modele aktarılıyor ve hareketlendirilmiş bu 3D modeller kaydediliyor.

ea sports’un FIFA serisinde ilk olarak fifa 97’de kullanılan motion capture tekniği, futbolcuların hareketlerine, serinin önceki oyunlarındakilere göre bariz bir gerçekçilik hissi katmıştı. (bkz: fifa 98)’de futbolcuların sevinme, üzülme ve hakeme itiraz etme görüntüleri için de yine motion capture tekniğinden faydalanıldı. fifa 99’da hem hareket sayısı arttırılmıştı hem de futbolcuların ağız hareketleri konuşma, sevinme ve üzülme esnasında değişiyordu. Yine motion capture ile kaydedilen bu hareketlere fifa 2000’de pek çok yenileri eklendi. Mesela artık futbolcuların surat mimikleri vardı ve gol atan bir futbolcunun yüzünden sevincini, yere düşürülen başka bir tanesinin yüzünden acısını, kırmızı kart gören bir diğerinin yüzünden de sinirini anlayabiliyordunuz.

FIFA 2001’de Neler Var?

Fifa 2001’de surat modelleri ve üzerinde özellikle durulmuş ve mimiklerde dudak uçuklatan bir gerçekçilik sağlanmış. Artık Hagi gerçekten Hagi gibi; hasan şaş ise zenci değil. Bunun yanında, motion capture kayıtlarında aralarında dünyaca ünlü, lothar matthaus, Hidetoshi Nakata, Paul Scholes, Thierry Henry, Edgar Davids, Gaizka Mandieta, Shimon Gershom’un da bulunduğu pek çok futbolcu kullanıldı. Profesyonel futbolcuların hareketleri kendisini oynanışta da şüphesiz belli edecek. Kafa toplarında kambura yatma, çalımlarda ayağa sert girme gibi “şık” ofansif hareketlerin karşılığında rakipleriniz de yine aynı şekilde “şık” bir biçimde acı çekecekler.

Geçen yıla göre değişmeyen noktalara da kısaca bir göz atalım. İlk olarak bu sene FIFA’nın herhangi bir kural değişikliğine gitmemesinden dolayı oyunda kural olarak değişen bir şey yok. Yine geçen yıllarda olduğu gibi oyun modları da aynı. multiplayer desteğinde ise bir artırıma gidilmemiş yine. Aynı anda LAN üzerinden 4 kişi oynayabileceğiniz bir network oyun modu mevcut. Ayrıca 8 kişiye kadar da aynı bilgisayar üzerinden farklı takımlar seçerek oyun oynama ve turnuva düzenleme şansınız da var. Oyun Hagi ile tanıtımı gerçekleştirdikten sonra piyasayı uzun süre meşgul edeceğe benziyor. Eğer siz de oynayanların böbürlenmelerinie aldırış etmek istemiyorsanız oynamamazlık etmeyin, acele edin.

oğuzhan özdemiralp burak beder
gamepro Dergisi – Kasım 2000 – 13. Sayı – ISSN: 1302-5651 Yaysat No: 2000011
Sayfa: 24

https://www.arsivsozluk.com/d/20
Devamını okuyayım...
disco
0

unreal tournament

amerikan sosyolog henry david, bir defasında demişti ki, "ölü veya diri olsun, sadece realiteye can veriyoruz." yaklaşın, bu defa unrealiteye can atacaksınız ve bu defa unreal tournament en realist tecrübeyi yaşatmak için kendine çok güveniyor.

gizli kayıtlar, canlı

unreal tournament, oyuncuları en iyi eğlencenin kanlı sporlar olduğu bir geleceğe taşıyor. profesyonel gladyatörler, roket atış rampaları, savaş topları, keskin ateşli silahlarla donatılmış olarak, televizyonda da gösterilen çok şiddetli karşılaşmalarda birbirleriyle savaşıyorlar ve şanslısınız, bir sonraki yarışmacı sizsiniz! first-person açısından, 50 level'in üzerinde hayatta kalmayı başarmalısınız, tabi eğer katılacaksanız. fakat bu sinsi düşmanlarla, en az dert edeceğiniz şey kazanmak olacak; asıl sorun "nasıl hayatta kalınır?"

unreal tournament'in can damarı ciddi anlamda geliştirilmiş yapay zeka olacak. bilgisayar kontrollü düşmanınız sizi atlatmak için hileler yapacak, geri çekilecek, yandan saldıracak ve diğer taraftan birçok multiplayer maçtaki insan oyuncuların yaptığı gibi kafanızı uçuracak. "üzgünüm. kafanızı mı uçurdum!" ve "yan bebek!", oyunda geçen konuşmalara iki örnek.

elbette, iyi yapay zeka gerçek insanlarla savaşamayacağınız anlama gelmiyor. online oyun olmadığı müddetçe (sony'nin playstation 2 network'ü halen aylar uzaklıkta) ut, tek bir paylaşılmış ekranda ya da kablolu bağlantılarda ve bir firewire hub'da (ayrı olarak satılıyorlar) 4 oyunculu oyun imkanı sunuyor. küçük bir cesaret işi değil; nereden baksan 4 oyuncu, 4 konsol, 4 ekran, bir oyun!

tuşlar, fareler ve dahası

televizyonun çözünürlüğünden kaynaklanan değer düşürücü öğeler olsa da, unreal tournament'ı nasıl oynarsanız oynayın, şaşırtıcı derecede pürüzsüz, kaliteli pc grafikleri bulacaksınız. preview versiyonundaki, parıltılı, yeşil biorifle damlalarından, üstün doku kalitesine kadar eksiksiz geçişler vardır ki, doğrusu kutlamaya değer ve programcılar tüm bu kaliteli görselliğin 30 kare/saniye hızında görünmesini umuyorlar. büyük patlamalar ve havada uçuşan hakaret dolu sözlerin hepsini içeren seslerin de pc'dekinden geri kalır yanı yok. her ne kadar preview versiyonundaki gamepad kontrolleri fonksiyonel olsa da, henüz kontrolleri ayarlama seçeneği geliştirilmemiş. infogrames'ın ut prodüktörü, matt powers: "kontrolleri ayarlamak ve en iyi hale getirmek için çok zaman harcıyoruz" diyor ve ekliyor; "hepimiz büyük konsol oyuncularıyız ve kolay kontrollerin önemini biliyoruz. hangi kontrol ayarını seçeceğimize karar vermek oldukça zor, fakat şu sözümüze inanın: unreal tournament 'da gamepad'i elinize alır almaz oynayabileceksiniz."

bazı oyuncular için kontroller hiç sorun olmayacak: ut, pc oyuncularının USB klavye ve mouse'larını destekliyor ve kendi silahlarıyla çarpışmalarına olanak tanıyor. etrafta gezinmekte ve doğru noktaya nişan almakta mouse kontrollerini kullanmak ve bunu basit ileri-geri, sağa-sola hareketlerde klavyedeki tuş kontrolleriyle desteklemek çok rahat. powers: "standart sony kontrolleriyle harika kontrollere ulaşmak daha önemli olsa da, klavye ve mouse'u destekelemek de bizim için önemli." diyor ve ekliyor; "playstation 2 oyuncularının hedef belirlemede, sony gameped'ini, klavye ve mouse'a tercih edecekleri beklentisi içindeyiz."

camdan dışarı atlamak

pc oyununun birçok elementi korunuyor (alternatif ateş ataklarıyla soğuk silahlar, vurduğunuz yere göre değişen hasar (kafadan vurduğunuzda, ayaktan vurmaya göre daha fazla zarar verirsiniz) ve ek olarak capture-the-flag, storm-the-base ile assault modları) ve bazı şeyler konsola göre uyarlanıyor. örneğin hud, burada görünenlerden farklı, yeni ve kolay okunabilir bir format sunuyor. çünkü, daha düşük bir çözünürlüğe sahip tv ekranı küçük dokulu sayıları ve harfleri okunaksız biçimde ekrana yansıtır, bu iyi bir değişiklik.

unreal tournament'ın preview versiyonu, özellikle 9 ayda geliştirilmiş bir oyun için aşırı derecede etkileyiciydi. pc oyununun konsol sistemine bu kadar başarılı geçişine rağmen (birkaç yeni deathmatch bölümünü saymıyoruz bile), oyunun pc versiyonuna sahip oyuncuların, bir de konsol versiyonunu almak için bir sebebi olacak mı? powers itiraf ediyor: "dürüstçe söylemek gerekirse, bunu söylemek benim için çok zor olsa da, ben ps2 versiyonunda oynarken, pc versiyonunda oynarken aldığımdan daha fazla zevk alıyorum. özellikle split-screen'le kanepende oturarak sadece ut oynayıp saatler geçirebiliyorum. evdekileri televizyonun başında oturmuş, bu oyunu oynarken bağıra çağıra konuşurlarken ve müthiş iyi vakit geçirirlerken görebiliyorum." oyuncular da, bu kasım ortalarında, oyun piyasaya çıktığında, televizyonun başına toplanıp, bağıra çağıra konuşurken iyi vakit geçirme şansına sahip olacaklar.

dan elektro
gamepro dergisi - kasım 2000 - no: 13 - issn: 1302-5651 yaysat no: 2000011
sayfa 26 - 27

https://www.arsivsozluk.com/d/13
Devamını okuyayım...
disco
0

amiga

avrupa amiga'yı bekliyor

ses ve grafik özellikleriyle "üstün" bir bilgisayar olarak nitelenen amiga, abd dışındaki ilk yolculuğuna hazırlanıyor. commodore'un pazarlama planına göre amiga, haziran ayı ortalarında, heyecanla beklendiği avrupa'da da bilgisayar meraklılarının karşısına çıkacak.

bugün pazarlaması bile bilgisayar dünyasında olay yaratan amiga, üç yıl önce mütevazi bir proje olarak doğmuştur. hi-toro şirketini kuran abd'li yatırımcılar başlangıçta küçük bir ev bilgisayarı modeli geliştirmeyi planlıyorlardı. amaç, video oyunları salgınlarından yararlanarak, bilgisayarları gibi küçük bir pazar payı kapmaktı. atari'den transfer edilen tasarımcı jay miner'ın yönetimindeki ekip projeyi gerçekleştirme aşamasına yaklaşırken, ortaya çıkacak ürünün herhangi bir ev bilgisayar olmayacağı da yavaş yavaş anlaşılıyordu. bu arada yeni model için isim bile bulunmuştu; latin dillerinde "arkadaş" anlamına gelen "amica"... ne var ki, bu isim başka bir firma için tescil edilmişti. "c"nin yerine "g" gelmesine karar verildi, yani "amica" "amiga" ya dönüşüverdi.

toplam 43 kişinin çalıştığı küçük bir işletme olan ve parasal açıdan joystick satışlarına bel bağlayan hi-toro'nun yapısı, yeni projenin yükünü kaldıramıyordu. amiga, basit ve ucuz bir model olmayacaktı, üstelik eldeki teknoloji üretim maliyetlerini düşürmeye elverişli değildi.

hi-toro'nun kurucuları "tamam mı, devam mı" diye düşünürken devreye commodore firması girdi. amiga'yı projeleri ve tüm personeliyle 25 milyon dolar karşılığında devralan commodore, jay miner'ın ekibine geniş bir çalışma alanı yarattı. chip üretimindeki mos teknolojisiyle düşük maliyet imkanı da, amiga'yı yeni patronlarının desteğinde daha sağlam bir temel oturtmuş oldu; çalışmalar yeniden hızlandı.

sonuç malum: amiga... ses ve grafik potansiyeliyle bilgisayar dünyasında haklı bir başarı kazanan ve abd'de "iyi satan" bu model, dünya pazarlarında da aynı parlak çizgiyi sürdürebilecek mi? şimdilik amiga'nın dününü bugününü bilmekle yetinelim ve "avrupa macerası"ndan haberler için haziranı bekleyelim.

commodore dergisi, mart 1986
sayı 1, sayfa 10
https://www.arsivsozluk.com/d/37
Devamını okuyayım...
disco
0

çeşme

çeşme plajları öteden beri yalnız türkiye'nin değil, bütün ege denizinin müşterek tatil yerlerinden biridir. mesela yunanistandan, hele civardaki yunan adalarından her yaz büyük gruplar halinde çeşme plaj ve ılıcalarına turist gelir, bunların hemen hepsi her vakit indikleri yerlere inerler, hatta senelerce kaldıkları aynı odaları tutarlar.

çeşme, ege denizinde eşi az bulunan yerlerden biridir. denizinden, kumundan, efsanevi güzellik çamurundan başka, unutmayınız ki, çeşme koyunun içinde, yani denizde, 20-30 ayrı sıcak su kaynağı vardır. buradaki otellerde, denizden çıkanlar, türlü şifalı hassaları olan kaplıca suyu ile dolu banyolarda veya duşlarda vücutlarının tuzunu giderirler, yahut tepeden tırnağa kadar güzellik çamuruna bulanıp güneşte yatanlar daha sonra kendilerini denizin dalgaları arasına atarlar, tuzlu su içinde çamurlarını giderirler.

lunaparkından cambazhanesine, sinemasına, gazinolarına kadar çeşmede, plajların, ılıcaların, şifalı çamurların yanında bir de eğlence sitesi teşekkül etmiştir.

nasıl gidilir? çeşme, izmir'den sadece 90 kilometredir. yolun üçte ikisi son derecede güzeldir. öteki kısmı da hiç fena değildir. hususi arabalarla bir saat bir çeyrekte gitmek kabildir. izmirle çeşme arasında muntazam otobüs servisleri de vardır. otobüs adam başına 4 liradır, beş kişilik dolmuşlarda bir kişinin ücreti 10-15 lira arasında değişmektedir.

oteller: çeşme otel bakımından talihlidir. buradaki türkiye'nin en eski otellerinden olan rasim palas tipik bir akdeniz plaj otelidir. büyük tahta bina 1909 yılında hususi planlar getirilerek ve tamamen bir otel olarak inşa edilmiştir. yüksek tavanları, geniş tahta merdivenleri ile göze çarpar. eski usül, fakat konforlu yemek salonunda (izmir suikastından sonra) atatürk haftalar geçirmiştir. üç öğün yemeği ile birlikte bir kişinin ücreti 37 buçuk liradır. otelden doğrudan doğruya denize girmek kabildir. mermer banyolarında kaplıca suyu vardır. yine sahilde, yeni istanbul otel - pansiyonu vardır. bir kişi için 25 liradır.

ayrıca, çeşmenin kuruluşunda büyük rol oynaayn karabinaların iki oteli bulunmaktadır. bunlar yemeksizdir. iki kişilik odalar 16, yani insan başına 8 liradır.

yakın zamana kadar otellerin çeşmede sürüler halinde binek eşekleri varmış. misafirler civarı bunlarla dolaşırmış. şimdi otellerin operet sahnelerindeki, yahut kovboy filmlerindeki arabaları andıran vasıtaları var.

ayrıca sahilde 300'den fazla, en modern mimari ile yapılmış yeni köşkler göze çarpmaktadır.

tarihi: toprak altından çıkan eski eserlerden, minimini göz yaşı testilerinden anlaşıldığına göre çeşme asırlardan beri bir eğlence ve şifa şehri olarak kullanılmıştır. fakat sonraları ihmale uğramıştır. bundan 35 sene önce çocuk denilecek yaşta idealist bir çeşmeli öğretmen, bay mehmet aldemir, mektep saatlerinden sonra civardaki tepelerden birine çakar; çeşmeye uzun uzun bakar ve burada kurulacak bir şehir tahayyül edermiş... gel zaman git zaman, hele izmir suikastini takib eden günlerde atatürk çeşmeye adeta yerleşince, genç öğretmen rüyasının tahakkuku uğrunda her şeyi göze almış. hatta bunun için plaj kenarındaki bazı dağları bile dinamitle uçurmuş. bugün artık aldemirin rüyası bir hakikat olmuştur. ılıcaların tarihi, plajlarından tarihinden çok daha eskidir. mesela buraya vaktiyle mısırlı tosun paşayı sedyeyle getirmişler, dört ay sonra tosun paşa, mısıra yürüyerek dönmüş. fakat ılıcalara bir "tosun paşa camii" bir de "tosun paşa çeşmesi" yaptırtmayı ihmal etmemiş.

görülecek yerleri: yedi membalı ılıcalardan başka, güzellik çamuru membaı; tarihi çeşme kalesi; mandalina, portakal, limon bahçeleri... bu bahçelerden bazılarında mesela kan mandalinası dahi yetiştirilmektedir. bahçelerdeki bazı kuyularda kırmızı balıklar bulunmaktadır. sabahları sissiz, ve pussuz havalarda çeşmenin tam karşısında, yunanlıların sakız adasındaki evler, vapurlar görünür.

muayyen günlerde çeşmeden müşterek pasaportla, gruplar halinde motorlarla sakıza gitmek kabildir. böyle gezintiler sık sık yapılır. adalılar, çeşmeden gelenlere pek ikram ederler.

netekim sakızdan da her zaman için yine müşterek pasaportla çeşmeye gelenler, bilhassa cumartesiyi ve pazarı bizde geçirip tekrar adaya dönenler çoktur. agamemnon ve fatma kuyusu görülecek yerler arasındadır.

hususiyetleri: aynı zamanda dünyanın en güzel anasonunu yetiştiren çeşmede tarlalar arasından geçerken rüzgar misk gibi anason kokar. balığı boldur. fakat bilhassa fıstık ve sakız reçeli meşhurdur. fıstık reçelinin rengi yeşil, sakızdan yapılanınki ise bembeyazdır.

hayat dergisi - 31 temmuz 1959 - sayı:31
sayfa: 10-11

https://www.arsivsozluk.com/d/21
https://www.arsivsozluk.com/r/22/+
https://www.arsivsozluk.com/r/23/+
https://www.arsivsozluk.com/r/24/+
https://www.arsivsozluk.com/r/25/+
Devamını okuyayım...
disco
0

alan adı

haziran 2000'de, chip dergisi'nde aşağıdaki habere konu olmuştur.

türkiye'de alan adları için "ilk gelen alır" sisteminin uygulanması isteniyor.

internet adresleri için kullanılan ve türkiye'de 1990 yılından beri odtü bünyesindeki dns grubu tarafından yürütülmekte olan alan adları tahsis işlemlerindeki katı kuralların değiştirilmesi, faturalama ve kayıt işlemlerinin internet 'e uygun bir biçimde hızlı ve hatasız olarak yapılması isteniyor. bilişim muhabirleri derneği (bmd), dns çalışma grubu tarafından yapılan açıklamada, tüm dünyada ve özellikle amerika'da alan adları tahsisinin "ilk gelen ilk alır" sistemiyle yapıldığı, ödemesi ve yönetiminin tamamen internet üzerinden yapılabildiği, gereksiz ve katı kuralların bulunmadığı hatırlatılarak, türkiye'de keyfi bir şekilde sürdürülen tahsis işlemlerinin bürokrasiye boğulduğu, tahsisin yapılmadığı, yapılanların ise çok uzun süreler aldığına dikkat çekildi. açıklamada, ayrıca alan adları için ödenecek bedellerle ilgili online ödeme seçeneği bulunmadığı için işlemlerinin tamamen elle yapıldığı ve bu nedenle hatalar oluştuğu da belirtilerek, bunun da alan adlarının gereksiz yere devre dışı kalmasına, işlerin aksamasına yol açtığı ifade edildi.

bmd adına açıklamada bulunan dns çalışma grubu başkanı ertan atay, "odtü dns grubu, tahsis işlemiyle ilgili herhangi bir yasal dayanağı olmadan işlemler yürütmekte ve işlemlerde internet dünyasının büyük bölümünün benimsediği "ilk gelen ilk alır" prensibini tanımamakta. alan adı için geçerli olan bu prensibin türkiye'de de yapılması gerektiğine inanıyoruz. ancak odtü dns grubu bu tür çağrılara kesinlikle kulak vermediği gibi kendisini hem kuralları koyan, hem uygulayan hem de yargılayan bir örgüt gibi görmekte.

alan adları tahsisinde çoğu zaman gereksiz hata mantıksız olan uygulamalarla internetin gelişimine engel olma noktasına gelinmiştir. türkiye'den istediği alan adlarını alamayan çok sayıda kişinin başta amerika olmak üzere diğer ülkelerden alan adı aldıklarını, bunun da hem türkiye ile ilgili istatistiklerin yanlış çıkmasına, hem de yurtdışına önemli miktarda para çıkmasına neden olduğunu belirterek, yanlışlığın düzeltilmesini bekliyoruz." dedi.

chip dergisi - haziran 2000
issn: 2000006 - sayfa:23
https://www.arsivsozluk.com/d/35
Devamını okuyayım...
disco
0