caesar 2

mahmut başaran, şubat 1996'da pc oyun dergisi'nde incelemesini yapmıştır.

önsöz

merhaba oyun kurtları. pc oyunun yeni bir sayısında yepyeni bir oyunla tekrar birlikteyiz. geçen ay sizlere ulaştırdığımız command & conquer bombasından sonra bu ay da caesar 2 bombasını ulaştırdık (endişelenmeyin bu bombada virüs yok.)

oyunumuz geride bıraktığımız 1995 yılının sonlarında piyasaya sürülmüş mükemmel bir strateji oyunu. yapımcı firma impressions gerçekten de iyi bir iş çıkarmış.

konu

caesar 2 mükemmel grafiklere sahip bir strateji oyunu. konu olarak piyasadaki soydaşlarından çok büyük bir farklılık göstermiyor. yapmanız gereken tek şey kendinize bir şehir kurmak ve şehrinize saldıranları yok etmek.

artılar

caesar 2 tek kelime ile mükemmel bir oyun. oyundaki grafikler muhteşem. bütün grafikler svga modda hazırlanmış. eğer bu oyunu alırsanız, oyun içindeki mükemmel animasyonları görebilirsiniz. programcılar, oyunun içine herkesin bayılarak oynadığı civilizations oyunundakine benzer bir ansiklopedi koymuş. ama bu ansiklopedi civilizations'dakinden çok daha kaliteli. (ansiklopedi de roma çağından kalma resimler görebilirsiniz)

caesar 2 sadece bir şehir kurma oyunu olarak kalmıyor ve size etrafınızdakilerle savaşma olanağı sağlıyor. bol sayıda yerleşim ve ticari bina kurma olanağı sağlaması da ayrı bir avantaj.

geniş, ayrıntılı ve kolay anlaşılabilir yardım dosyaları var. her an ulaşabileceğiniz yardım ikonu da güzel bir özellik. ama beni en çok etkileyen elektriğin henüz bulunmamış olması. simcity'de olduğu gibi oraya buraya elektrik çekmek zorunda kalmıyorsunuz.

herhalde oyunun bütün artılarını yazmamı beklemiyordunuz. böyle yapsaydım tüm dergi caesar 2 olurdu. hatta derginin adı bile caesar 2 olabilirdi.

eksikler

oyun mükemmel. ben hiçbir kötü yanına rastlamadım. helal olsun, iyi oyun yapmışlar. aldım oynadım, beğendim.

ortasöz

sezar 2 (caesar 2)yi yüklediğiniz zaman karşınıza oyunun ana menüsü çıkıyor. bu menüdeki başlıklar şöyle:

start a new game: yeni oyuna başlar.
load a previous game: önceden oynadığınız ve kaydettiğiniz oyunları yükler.
run the caesar 2 tutorial: oyunun nasıl oynanacağını gösteren öğretmeni çağırır.

bunlardan ilk seçeneği seçerek oyun menüsüne geçiyoruz. burada oyunun zorluk ayarını, modunu ve kendi adımızı seçiyoruz. oyunda toplam dört tane zorluk seviyesi var. bunlar zorluklarına göre sırasıyla novice (çaylak), easy (kolay), normal (biraz zor), hard (ustalar için), impossible (sezar manyakları için). oyuna ilk olarak başlıyorsanız novice modunu seçmenizi öneririm.

bu ekranda bulunan campaign seçeneği oyunun modunu ayarlamanızı sağlar. eğer bunu no olarak bırakırsanız, sadece şehir modunda oynarsınız. eğer yes moduna getirip bırakırsanız, sadece şehirle sınırlı kalmayıp eyalet hatta imparatorluk kurabilirsiniz. ayrıca bu ekranda bulunan isim seçeneği ile buraya kendi isminizi yazabilirsiniz. en son olarak start seçeneğine tıklayarak oyuna başlayın. ben yazımın bundan sonraki kısmını campaign moduna yes diyerek yazdım.

şimdi karşınıza üzerinde işaretler olan bayraklar gelecek. burada dört ayrı işaret, yani dört ayrı senaryo var. bunlar;

corsarica & sardinia: göreviniz sardinianın küçük adasını yönetmek. dış taraflarda bulunan kasabalardan bir tanesi henüz evcilleştirilmemiş. bu yüzden burayı yönetirken biraz dikkatli olun.

campania: yapılan seferler sonucunda burası roma imparatorluğuna bağlanmış bir yer.
illyricum: burada bulunan mineral kaynakları çok fazla değil.
cisalpine gaul: bu eyalet genel olarak sessizdir. ama siz yine gaullere karşı dikkatli olun.

bu senaryolardan bir tanesini seçerek oyuna başlıyoruz. sezar 2'de yazımın başında da belirttiğim gibi bir çok yerleşim yeri ve ticareti yeri kurmanız mümkün. bunların hepsine bakmak yaklaşık olarak on dakika kadar sürecektir. bunlar arasında ev, hastane, yol, tapınak, kule, köprü yapabileceklerinizden sadece birkaçı. bunları ayrı ayrı açıklamaya gerek duymadım. bunların ne anlama geldiğini siz kendiniz de kolaylıkla öğrenebilirsiniz. oyun ekranında bunlardan başka:

go to city: başkentinizi görüntüler.
go to forum: forumu görüntüler. burası önemli kararlar aldığınız, eyaletinizi yönettiğiniz ekrandır. yani bir anlamda sizin şatonuz.
province screen: eyaletinizin haritasını gösterir.

forum screen

forum ekranında bütün şehri ilgilendiren kararlar alıyorsunuz. burada imparator ile bağlantı kurabilir, endüstriyel performansınızı öğrenebilir, lejyonlarınızı (askeri birlikler) yönetebilirsiniz. buradaki başlıklar ve görevler şöyle:

oracle: imparatorluk oranınızı, barış oranını, mutluluk oranını ve halkınızın eğlenip eğlenmediğini grafikler ile gösterir.
scribe: nüfusunuzu, bütçenizi, halktan ve endüstriel kesimden topladığınız vergileri geçen yıllara göre gösterir.
merchant: sahip olduğunuz fabrikaların, limanların ne kadar verimli olduğunu gösterir.
centurion: elinizdeki lejyonların sayısını, grupları gösterir. lejyonlarınız ile ilgili ayarlamaları buradan yapabilirsiniz.
rome: imparator ile bağlantı kurmanızı ve ona avanta göndermenizi sağlar.
empire: imparatorluk haritasını gösterir.
help: forum hakkında bilgi edinmenizi sağlar ve forumdan nasıl faydalanabileceğinizi gösterir.
plebs: plebler sizin çalışan, alt kısım tabakanızı oluşturan insanlardır. pleblerin nüfusunuzda hiçbir etkileri yoktur ve sizin yaptığınız evlerde oturmazlar.
treasurer: adından da anlaşılabileceği gibi sizin hazinecinizdir. hazinenizin ne kadar dolu, ne kadar boş olduğunu buradan öğrenebilirsiniz.
personal advisor: kişisel danışmanınızdır. bir iş yapmadan önce bunun fikrini almanız daha iyi olur.

province screen

daha önce de belirttiğim gibi buradan eyaletinizin dıştan görünüşünü görüyorsunuz. ayrıca buradan cohortlarınızı (askeri deyim) yönlendirebilir, diğer şehirleri sizin şehrinize bağlayacak yollar yapabilir, deniz limanlarınızı oluşturabilirsiniz.

oyunun ana ekranı hemen hemen bu kadar. şimdi sırada savaş ekranı var. burayı ayrıntılı olarak yazdım. çünkü burası oyunun dönüm noktasını oluşturmakta. eğer yaptığınız savaşlardan yenilirseniz, hayatınız kayar. eyaletiniz tamamen yok olur.

savaş kontrolleri

düşmanlarınız ile savaşabilmek için her şeyden önce eyalet seviyesine (province level) ulaşmış olmanız gerekir. elbette, doğal olarak kendinize bir lejyon grubu oluşturmanız da şart. (lejyon oluşturma işini forum ekranından centurion başlığını seçerek halledebilirsiniz). daha önceden belirttiğim gibi lejyon deyimi oyunda sahip olduğunuz askerlerin sayısını belirtiyor. lejyonlarınız yani askerleriniz kendi aralarında tür bakımından dört bölüme ayrılıyor. bunlar:

heavy infantry: ağır piyadeler grubu.
light infantry: hafif piyadeler grubu.
slingers: mancınıkcılar taburu.
auxiliaries: yardımcı birlikler.

yine lejyonlarımız cohort denilen taburlara bölünürler. sahip olduğunuz cohort sayısı sahip olduğunuz kale sayısı ile doğru orantılıdır. yani çok kale, çok cohort anlamına gelir. eyaletinize her kale dikişinizde yeni bir cohort göreve başlar. her cohortda century adı verilen bölümlere ayrılır. sezar 2'de century deyimi aynı gruba ait olan 60 askeri temsil eder. oyunda her century cohort bilgi panelinde bir ikonla temsil edilir. cohortların moral oranı ve savaşa karşı hazır olma oranları vardır.

moral: anlaşılabileceği gibi askerlerin moral, ruh oranını gösterir. bu oran 0 (düşük moral) ile 100 (yüksek moral) arasında bir değerdir. eğer centurylerinizin morali 0 olarak gösteriliyorsa, savaşta sizi kesin bir yenilgi bekliyor. çünkü böyle birlikler savaşmazlar.
savaşa hazır olma: askerlerinizin ani bir saldırıya ne kadar hazır olup, olmadığını gösterir ve en az 100 askere sahip cohortlara hitap eder. yani, cohortlarınızda bulunan asker sayısı yüzün üstündeyse askerleriniz sizi beklemeden düşman ile mücadeleye girebilir. eğer yüzün altında askere sahipseniz olaya sizin de karışmanız gerekecek. (bu durumdaki cohortlar doğal olarak savaşa hazır olarak gösterilmezler). eyalet seviyesindeyken cohortlara emir vermek için order cohort komutunu kullanmalısınız.

savaş ekranı

savaş ekranı iki ordunun yüzyüze geleceği savaş alanından ve askerlerinizi kontrol etmenizi sağlayacak bir kontrol panelinden oluşmakta. savaş ekranında hangi tarafın sizin askeriniz olduğunu bilmiyorsanız, siz bittiniz demiyorum, çünkü gerek yok. yapmanız gereken tek şey askerlerin kafasına tıklamak. sizin askerlerinizin arkası ışıklanacak. düşman grubundaki askerler ise aydınlanmayacak, çünkü onlar düşman. yeri gelmişken hatırlatayım, burada daha kaliteli ve daha rahat görüntüye ulaşmak için zoom in ve zoom out ikonlarını kullanmanız iyi olur. (iki ayrı görüntü seviyesi bulunmakta) ayrıca görüntünün yönünü ayarlamak içinde rotate düğmelerini kullanabilirsiniz. ekranın sol tarafında bulunan pencere her iki tarafın asker sayısını ve moral oranını gösterir. genel harita ise (overview map) savaş alanının genel görüntüsünü gösterir. bu ekranda siz ve düşmanınız farklı renklerde gösterilir. savaşta askerlerinize emirleri cohortlardan veriyorsunuz. savaşın başında bütün birlikler birbirinden ayrı durumda. bu yüzden bunları ayırmak oldukça kolay. birliklere emir verebilmek için, ilk olarak bir veya daha çok birlik seçmelisiniz. herhangi bir birliği seçmek için yapmanız gereken tek şey birliğin üzerine tıklamak. ama eğer aynı anda birden fazla birlik seçmek isterseniz, mouse'a tıklayın, basık tutun ve seçmek istediğiniz birliklerin üstüne sürükleyin. seçtiğiniz birliklerin arkası ışınlanacaktır. seçtiğiniz birlikleri ayırmak içinse, savaş alanındaki herhangi boş bir bölgeye basmanız yeterli. eğer birliklerin hepsini aynı anda seçmek isterseniz kontrol panelinden "all" düğmesine tıklamalısınız.

kontrol paneli:

savaşı kontrol etmenizi sağlayan kontrol paneli oldukça iyi hazırlanmış. bütün her şeyi bu panel ile rahatlıkla kontrol edebiliyorsunuz. (düşman birlikleri hiç) panelin üzerindeki tuşlar ve görevleri şöyle:

move: seçili birlikleri hareket ettirmenizi sağlar. kullanmak için önce birlik seçmeli buna basmalı ve son olarak savaş alanında birliklerinizi götürmek istediğiniz yere basmalısınız.
aim: eğer misilci birlikleriniz varsa, aim düğmesi ile misilcilerinizi hareket ettirebilirsiniz. kullanım şekli "move" ile aynıdır.
turbo: oyunu hızlandırmaya yarar. ancak savaştaki animasyon kalitesini düşürür. eğer aceleniz varsa bunu kullanabilirsiniz.
select all: tüm birlikleri aynı anda seçmenizi sağlar.
retreat: askerlerinize geri çekilme emri verir. zor durumda kalırsanız bunu kullanabilirsiniz. askerleriniz dağılacak ve geri çekilecektir.
surrender: kendinizi düşmanın eline bırakmak istiyorsanız bunu kullanın. kısacası teslim olma, başarısızlığı kabullenme.
auto: savaştan elinizi çekmenizi sağlar. bilgisayar sahip olduğunuz asker sayısını, morali değerlendirerek savaşı bitirir.

tiyolar:

- halkınızın barış oranını yüksek tutmak istiyorsanız güçlü askeri birlikler oluşturun. düşmanınızın eyaletinize girmesini engelleyin.
- mutlu bir halkınız olmasını istiyorsanız bol bol eğlence yeri inşa edin.
- düşmanlardan korunmak için ve kolay su elde etmek için şehirlerinizi dere kenarlarına kurun.
- güvenliği kolay sağlamak için kuleler dikin.
- vergilerden çok kazanmak için bol miktarda ev yapın. zaten oyunda ilk yapmanız gereken şey bu.

çok nüfus = çok vergi = çok para

sonsöz

sezar 2 son derece mükemmel bir oyun. bence son zamanlarda piyasaya çıkan en iyi strateji oyunlarından biri. içinizden bazıları command & conquer en iyi, hiç bir oyun daha iyi olamaz diyebilir ama command & conquer ile caesar'ı kıyaslamak, tubular worlds ile fate of atlantis gibi bir klasiği kıyaslamak gibi bir şey. sonuç olarak sezarı alıp mutlaka oynamalısınız. bu türden hoşlanmıyorsanız bile, bu oyunu alın ve oynayın. eminim beğeneceksiniz. (cd versiyonunu almanızı öneririm). eğer benden açıklamamı istediğiniz herhangi bir oyun varsa (türü önemli değil) bana dergi aracılığı ile ulaşabilirsiniz.

yapımcı firma: impressions
yayımcı firma: sierra
processor: 486dx
min ram: 4mb
hdd alanı: 25 mb
medya: 13hd - cdroom
ekran kartı: 512k vesa compatible
önerilen işlemci: 486dx266 veya pentium
ram: 8mb

grafik: 0 - ses: 0 - oynanabilirlik: 0 - genel: 0

mahmut başaran
pc oyun dergisi, şubat 1996, sayı: 24, issn 1300-2813,
sayfa: 4-5-6-7

https://www.arsivsozluk.com/d/33
Devamını okuyayım...
disco
0

amiga 4000

uzun zamandan beri yeni bir gelişme göstermeyen, eski sistemlerin yeni modellerini üreten commodore firması sonunda yeni seri amiga'ları piyasaya sürdü. aslında daha önce a800, 2200, 4100, 4200 ve 4300'ün tasarımlarının yapıldığı haberi ve bu yeni modellerin özellikleri commodore'dan bildirilmişti. fakat beklenenlerin tersine 4000 serisi yerine tek bir a4000 modeli ve diğerlerinin yerine de mini 4000 sayılabilecek sürpriz bir amiga modeli üretildi ve a1200 satışa sunuldu. her iki makina da commodore'un piyasadaki imajını yükseltecek özellik ve gelişimleri sahip.

hatırlarsınız firmanın ürettiği en son makina amiga 600'dü. gerçek bir ev bilgisayarı olarak tasarlanan ve bu amaçla piyasa sürülen 600, commodore'un oyun ve iş makinalarını birbirinden ayırt etme yolunu seçtiğine dair ilk mesajı veriyordu ve yeni nesil makinaların çıkmasıyla bu kanı daha da güçlendi. özellikle amiga 4000 pek çok yönden kullanıcının ihtiyaçlarına cevap verebilecek bir makina. her şey yenilenmiş ve ek pek çok özellik getirilmiş. ilk göze çarpan değişiklikler ise dış görünüşte. klavye amiga cdtv'ninkiyle aynı mouse ise tüm kullanıcılara azap veren garip mouse yerine gerçekten makinaya uygun hızlı bir yardımcı, drive artık 1.76 mbyte diskleri formatlayabilen hd drive. makina iç donanımına girdikçe a3000 ile arasındaki farklar ortaya çıkmakta. ilk olarak 3000'de olup 4000'de bulunmayanlar:

4000'in üzerinden 3000'e göre daha az konektör var. sahip olduklarınız seri, paralel, ek disk sürücü ve video bağlantıları, scsi portu, 31khz monitör çıkışı ve composite video çıkışı makina içinde yer almıyor. 31khz çıkış almak için ufak bir adaptöre ihtiyacınız var.

4000'e ait ek özellikler ise şöyle:

cpu 56ec040, bu çip intel 80486sx çip'inin motorola modeli. matematik ünitesi (fpu - floating point unit) ve bellek yönetim ünitesi (mmu - memory management unit) çıkartılmış durumda. bunun tek sebebi ise makina fiyatını ucuzlatmak. hemen belirtmek isterim makinanın dizaynı yapılırken gelecekte çıkabilecek güçlü çiğler düşünülmüş ve cpu, board yerine ayrı bir slot üzerine yerleştirilmiş bu sayede 68050, 68060 veya üstü bir çip çıktığında makina üzerindeki çip'i çıkartıp yerine yenisini takma imkanına sahipsiniz.

1- 68040: yeni amiga'nin kalbi. 25 mhz hızda çalışan işlemci.
2- aga chipset: yeni özel çipset, aga çipset sayesinde workbench 256 renkte çalışabiliyor.
3- ram expansion: 32 bit çip memory, 16 mbyte'a kadar yükseltilebiliyor.
4- ide interface: scsi'lere gøre ucuz olan ide hard disklerin kullanılabilmesi için arabirim.
5- floppy sürücü: 1.76 mbyte'a kadar disketlerimizi kullanabileceğiniz yüksek kapasiteli yeni disk sürücü.

amiga dergisi - şubat 1993 - sayı 1
sayfa: 9

https://www.arsivsozluk.com/d/26
Devamını okuyayım...
retrolover
0

amiga

avrupa amiga'yı bekliyor

ses ve grafik özellikleriyle "üstün" bir bilgisayar olarak nitelenen amiga, abd dışındaki ilk yolculuğuna hazırlanıyor. commodore'un pazarlama planına göre amiga, haziran ayı ortalarında, heyecanla beklendiği avrupa'da da bilgisayar meraklılarının karşısına çıkacak.

bugün pazarlaması bile bilgisayar dünyasında olay yaratan amiga, üç yıl önce mütevazi bir proje olarak doğmuştur. hi-toro şirketini kuran abd'li yatırımcılar başlangıçta küçük bir ev bilgisayarı modeli geliştirmeyi planlıyorlardı. amaç, video oyunları salgınlarından yararlanarak, bilgisayarları gibi küçük bir pazar payı kapmaktı. atari'den transfer edilen tasarımcı jay miner'ın yönetimindeki ekip projeyi gerçekleştirme aşamasına yaklaşırken, ortaya çıkacak ürünün herhangi bir ev bilgisayar olmayacağı da yavaş yavaş anlaşılıyordu. bu arada yeni model için isim bile bulunmuştu; latin dillerinde "arkadaş" anlamına gelen "amica"... ne var ki, bu isim başka bir firma için tescil edilmişti. "c"nin yerine "g" gelmesine karar verildi, yani "amica" "amiga" ya dönüşüverdi.

toplam 43 kişinin çalıştığı küçük bir işletme olan ve parasal açıdan joystick satışlarına bel bağlayan hi-toro'nun yapısı, yeni projenin yükünü kaldıramıyordu. amiga, basit ve ucuz bir model olmayacaktı, üstelik eldeki teknoloji üretim maliyetlerini düşürmeye elverişli değildi.

hi-toro'nun kurucuları "tamam mı, devam mı" diye düşünürken devreye commodore firması girdi. amiga'yı projeleri ve tüm personeliyle 25 milyon dolar karşılığında devralan commodore, jay miner'ın ekibine geniş bir çalışma alanı yarattı. chip üretimindeki mos teknolojisiyle düşük maliyet imkanı da, amiga'yı yeni patronlarının desteğinde daha sağlam bir temel oturtmuş oldu; çalışmalar yeniden hızlandı.

sonuç malum: amiga... ses ve grafik potansiyeliyle bilgisayar dünyasında haklı bir başarı kazanan ve abd'de "iyi satan" bu model, dünya pazarlarında da aynı parlak çizgiyi sürdürebilecek mi? şimdilik amiga'nın dününü bugününü bilmekle yetinelim ve "avrupa macerası"ndan haberler için haziranı bekleyelim.

commodore dergisi, mart 1986
sayı 1, sayfa 10
https://www.arsivsozluk.com/d/37
Devamını okuyayım...
disco
0

albert johan kramer

1959 yılında, dünyanın en uzun adamıdır. hakkında hayat dergisi'nde haber yapılmıştır.

dünyanın en uzun adamı bir hollandalıdır.

dünyanın en uzun adamı, holanda'nın amsterdam şehrinde a.j. kramer'dir. ancak 2.5 metreye yakın boyu ile kramer, sirklerden, sergilerden, meraklıların bakışlarından hulasa teşhir olunmaktan hiç hoşlanmamakta; normal bir hayat yaşamayı tercih etmektedir. kramer'in amsterdam'da bir kahvehanesi vardır. yakın zamanlara kadar dev cüssesi sayesinde muazzam servet yapmak imkanlarını veren bir çok teklifler alıyordu. hatta televizyonda görünmesi için bile teklif aldı. fakat bütün bu teklifleri reddeti. kramer'in cesaretini duyan memleketteki diğer uzun boylular bir araya kulüp kurdular: "uzun adamlar kulübü". tabii kulübün başına kramer'i geçirdiler. azalar, reislerinin kahvehanesinde muntazam toplantılar yapıyorlar, sohbet ediyorlardır. kramer'in eşi bir isviçrelidir ve normal cüsselidir. karı koca pek mesut yaşamaktadırlar. son zamanlarda kramer'in aldığı mektupların sayısı o kadar çoğaldı ki, kulüp başkanlığından tamamen vazgeçerek bu işi bir başkasına devretti. şimdi karı koca, mütecessis nazarlardan uzak olarak sakin ve rahat bir hayat geçirmektedirler. büyük resimde mr. kramer'in uzun adamlar kulübüne gitmek üzere otobüse binmeğe hazırlanışını görüyorsunuz. küçük resimde ise bay ve bayan kramerlar kahvehanelerinde görülüyorlar.

hayat dergisi - 31 temmuz 1959 - sayı: 31
sayfa: 11

https://www.arsivsozluk.com/d/18
https://www.arsivsozluk.com/r/19/+
Devamını okuyayım...
disco
0

soldiers: heroes of world war ii

oyun hakkında, volkan akaalp tarafından, progamer dergisinde ön inceleme yazısı yayımlanmıştır.

tarihte bu kadar savaş olmasaydı oyun yapımcıları ne yaparlardı bilemiyorum. işte yapılan savaşların en büyüğü, belki de en çok kan döküleni yani ikinci dünya savaşı bir kez daha konu alınarak rts türünde yeniden, codemasters aracılığıyla strateji severlere sunulacak. soldiers: heroes of the world wide 2 aynı zamanda commandos 3, hidden and dangerous 2 ve sensible software'in klasiği olan cannon fodder gibi oyunlarla da benzerlik gösteren bir taktik oyunu. aynı anda birbirinden farklı bu kadar çok oyuna benzetmem garip gelebilir ama yazının tamamını okuduğunuzda hak vereceksiniz.

soldiers'a birliğimizdeki bir avuç askerle başlıyoruz. tipik olarak birliğimizde 3 ya da 4 bölük kalmış oluyor. oyunda başladığımızda pek de verimli silahlara sahip olamayacağız, fakat öldürdüğümüz düşmanlarımızın silahlarını toplayabilme şansımız var ya da çevrenize dikkatle bakarsanız başka silahlar da bulabileceksiniz. oyunda 25'ten fazla silah seçeneğimiz olacakmış. bıçaktan makineli tüfeğe, sniper'dan molotof kokteyline kadar savaş ortamında ihtiyaç duyabileceğiniz ne varsa (matara hariç olabilir) oyuna eklenmiş. oyundaki hiçbir askerin uzmanlığı yok ve ne yazık ki kendi birliğimizi yaratıp istediğimiz şekilde silahlandıramıyoruz.

sinsice ona doğru sürünürken...

soldiers: heroes of the world war ii'nin iddiali olduğu alanlardan biri gerçekçilik. tıpkı call of duty'deki gibi soliders'da da savaşı bizzat iliklerinizde hissedeceğimizden söz ediliyor. oyunda, hidden and dangerous 2'de olduğu gibi kontrol sistemlerini değiştirerek tüm askerlerimizin hareketlerini zaptetmek çok daha kolay hale gelecek. daha iyi oynamak için karışık manevralar yapmamız ya da görev içindeki alt görevleri yerine getirmemiz gerekecek. genellikle askerlerimizin hepsini kontrol etmek zorunda kalacağız, taa ki onlar kendilerini doğru düzgün savunmayı öğrenene kadar.

codemasters'ın yapımcısı callum godfrey, soldiers'ta gizli hareketlerin ne kadar etkili olabileceğine dikkat çekiyor. anlayacağınız, bu aynı zamanda gizliliğin de çok ön planda tutulduğu, düşmanlarınıza "allah allah!" nidalarıyla girişmenin yersiz kaçacağı türden bir oyun. üçüncü şahıs bakış açısına geçerek birliğinizden tek bir askerin kontrolünü üstlendiğinizde adamınıza örneğin düşmana sessizce arkadan yaklaşıp boğazına bıçağı dayamak gibi hareketler yaptırabileceğinizi, sürünerek ilerlemenin, gölgeleri kullanmanın, kalabalık bir üste sessiz silahlar kullanmanın oyunun özünü oluşturduğunu belirtelim.

soldiers'taki boşluklardan biri de araç çeşitliliği. her biri incelikle tasarlanmış, ikinci dünya savaşı ortamına yakışan tam 105 araç bulunacak oyunda ve biz tümünü kullanabileceğiz, tabii elimize geçerlerse. çünkü birçok aracı kullanabilmek için önce onu kullanan düşmanı ortadan kaldırmanız gerekiyor. gta'nın biraz daha riskli olanı! ayrıca araçlar sadece görünüşleriyle değil fizik, hasar ve ses efektleriyle de son derece gerçeğe uygun olacaklar ama ses konusuna dikkat! araç kullanırken çıkacak sesler düşmanların duyacağı bir mesafedeyse küçük bir çatışmaya neden olabiliyor. o yüzden zaman zaman dizlerinizin üstünde yürümeyi bir jipe atlamaya tercih edebilirsiniz. ayrıca düşmanlarımız uzun çimlerin ve çalıların arkasına sakladığımız askerlerimizi fark edip onları öldürmeye teşebbüs edebiliyorlar, tabii ki bu aralarındaki mesafeye göre de değişiyor.

geceleri daha iyi çalışırız

araçlarla ilgili dezavantajlar sadece bize has değil elbette. oyunun bu noktada bize haksızlık edip yapay zekaya torpil geçmeyecek olması güzel bir şey. şöyle ki, durdurmaya çalıştığınız bir düşman birliği bir araca doluşmuş kaçarken doğrudan lastiğe ateş edip onları yavaşlatabilir ya da kaza yapmalarına neden olabilirsiniz. film ve oyunların fizik kuralları arasına girmeyi bir türlü başaramayan bu türk "gerçek hayat" efektlerinin oyuna yedirilmiş olacağı söyleniyor. bir örnek daha; "headshot" hepimizin sevdiği şık bir harekettir değil mi? soldiers'da da öyle ama eğer düzgün nişan almadıysanız düşmanın beynini değil sadece kaskını uçurma ihtimaliniz de var!

oyunda kullanacağımız araçlar sırf kara aracı değil, ilerleyen bölümlerde almanlar'ın ikinci dünya savaşı'nda kullandığı uçakları da kullanma şansımız olacak. tabii onları çalacak cesarete, yeteneğe ve sabıra sahipsek. yapımcılar, büyük araçları ele geçirmenin küçüklere göre daha zor olacağını söylüyor. yani bir gündüz vakti, güneş tepede parlarken küçük bir tank(!) çalmayı başardınız diye uçakları da aynı şekilde gasp edebileceğinizi sanmayın. belki de geceyi beklemek en iyisi olacak. oyunu gerçekçi yapan yanlarından birisi de bu, o yüzden zamanın geçmesini beklerken söylenmeyin. ayrıca ekipte bir pilotunuz yoksa boşa heves etmemeniz gerekiyor.

suyu bulandırmayın dedim

soldiers: heroes of the world war ii'de gece görevleri, en önemli ve gizli hareket edilmesi gereken görevler olarak çıkacak karşımıza. bu, aynı zamanda oyunun en eğlenceli bölümlerinin de gecenin karanlığında yapılması gerekenler olduğu anlamına geliyor. yapımcılar bu noktada, askerler üzerindeki kontrolünüzün ne kadar sağlam olduğunun da test edileceğini söylüyor. yani karanlık bir yolda yaya olarak ilerleyen ekibiniz, bir tanesinin yanlış bir yola sapması yüzünden topluca tehlikenin ortasına düşebilecek. çünkü düşman toprakları gözcülerle ve commandos'tan aşina olduğumuz "alarm! alarm!" çığırtkanlıklarıyla dolu olacak. sadece üslere yaklaştığınızda değil, küçük köylerin içinden geçerken de nefesinizi tutmanız gerekiyor çünkü (bizden duymuş olmayın ama) köylüler de düşmandan yana ve perdeleri kapalı, ışıkları sönük de olsa evlerinde, kapının yanında oturmuş, küçük bir sakarlık yapmanızı bekliyorlar. o an geldiğindeyse bir anda ışıklar parlıyor, silahlı köylüler üzerinize atlıyor. bu hikayenin ne kadarının gerçek olacağını şimdilik bilemiyoruz tabii ama eğer anlatılanlar doğru çıkarsa soldiers'ın tek kişilik görevlerini yaparken epey terleyeceğinizi ve mesela öksürmek için bilgisayar başından kalkıp, evin uzak bir köşesine gitme ihtiyacı duyacağınızı şimdiden söyleyebiliriz. tabii oyun kendimizi o atmosfere kaptırmamıza yetecek kadar güçlü olursa.

soldiers: heroes of the world war ii, çeşitli multiplayer modlarına da sahip olacak. üzerlerinde uzun süredir çalışılan ve her oyuncunun kendine özel stratejiler geliştirmesine olanak sağlayacak özelliklere sahip haritalarda, ister arkadaşlarınızla birlik olup karşı tarafı son gücünüzle çökertmeye çalışın, ister deathmatch modunda birbirinizi toprağa gömün, seçim sizin olacak.

tüm bu anlatılanların ötesinde, bence bu oyunun en etkileyici yanı fiziklerinin çok başarılı olması. oyundaki tüm ağaçlar rüzgarın estiği yönde hareket edecek ve gölgeler son derece gerçekçi olacak, askerlerin ve araçların gölgeleri suda dalgalanacak. su demişken, eğer askerimiz suya bakakaldıysa, serinlemeleri için suya girmelerini de sağlayabiliyormuşuz. codemasters teknik özellikleri gibi insanı yanları da öne çıkan bir oyun üzerinde. umarız bu yaratıcı fikirlerinden vazgeçmezler.

volkan akaalp
progamer dergisi - 29. sayı - issn: 1304-3811
sayfa 6-7
https://www.arsivsozluk.com/d/32
Devamını okuyayım...
disco
0

monty python

kasım 2005 tarihinde yayımlanan cnbc-e dergisinde, kutlukhan kutlu tarafından aşağıdaki yazı yazılmıştır.

bir monty python gerçeği: "biz sizi güldürmeyi biliriz"

Monty Python rezil olmamak için her şeyi yapabilecek İngiliz mizacından yola çıkarak, saçma, arsız, incelikli ve sivri dilli mizahıyla 1970 ve 1980'lerin gözde komedi kumpanyasıydı. Python'ların televizyondan sinemaya ve hatta sahneye uzanan komedi yolculuğu, bugün bile büyük ilgi görüyor.

1960'lı yılların sonunda ingiliz televizyonlarında, tuhaf isimli bir ekibin yaptığı bir komedi programı başladı; Monty Python's Flying Circus. Söz konusu ekip, yani Monty Python, kamera önünde John Cleese, Eric Idle, Michael Palin, Terry Jones ve Graham Chapman'dan oluşuyordu. Kamera önüne nadiren çıkan bir isimse, ara animasyonları yapan Terry Gilliam idi (evet, daha sonra Brazil, Fisher King ve Twelve Monkeys gibi filmleri çeken Terry Gilliam). Monty Python üyeleri Flying Circus'tan önce çeşitli kombinas- yonlarda I'm Sorry 1'11 Read That Again / Özür Dilerim, Tekrar Okuyorum (radyo) ve The Frost Report / Frost Raporu ve We Have Ways of Making You Laugh / Biz Sizi Güldürmeyi Biliriz gibi programlarda birlikte çalışmışlardı. Ve içlerinde belli yazma grupları vardı. John Cleese ile Michael Chapman bir ikiliydi, Terry Jones ile Michael Palin diğer bir ikili, Eric Idle ise kendi başına yazıyordu. Monty Python's Hying Circus'ın hemen başlarından itibaren görüleceği üzere, bu komedi kumpanyasının son derece geniş bir mizah paleti vardı: sivri dilli hicivden katıksız saçmalığa, ince esprilerden arsız, dolambaçsız ve apaçık kaba mizaha varıncaya kadar, komedinin her bir köşesini ziyaret ediyorlardı. John Cleese'in Saçma Yürüyüşler Bakanlığı'nda upuzun bacakları ve bir fırtınanın bile altüst edemeyeceği o ciddi ifadesi ile sergilediği fiziksel komedi; Python işi alternatif tarihin en talihsiz icadı olan Truva Tavşanı; uygulamalı cinsellik dersleri... Yine de Python'ın genel tavrıyla, üyelerinin oyunculuğuyla, tonlamalarıyla, mizahının incelikleriyle ilgili bir şeyler, onlara en popüler oldukları zamanlarda bir tür kült hüviyeti veriyordu; hayranları işlerini delicesine seviyor; birbirlerine tamamen zıt mizahi üslupları kullandıkları skeçlerine bile çok gülüyorlardı. 70'lerin ortasında Monty Python, Kral Arthur ve Yuvarlak Masa Şövalyeleri'nin Kutsal Kase'yi arayışının tam anlamıyla Python-esk uyarlaması olan Monty Python and the Holy Grail ile sinemaya adım attı (tabii bir de 1971 tarihli And Now for Something Completely Different vardı ama o, Flying Circus skeçlerinin bazılarının derlemesinden ve yeniden çekiminden oluşuyordu). Bu en absürd Python filminin ardından, 79'da, bir dini öykü parodisi olan The Life of Brian geldi. Üçlünün son sinema filmi ise, belli bir konu ("hayatın anlamı") etrafında kümelenmiş skeçlerden oluşan The Meaning of Life oldu.

Monty Python and the Holy Grail'in başında, Kral Arthur elini önündeki boşluğa doğru uzatmış halde sallar, at üzerinde gidiyormuş numarası yaparken, hemen arkasında hizmetkârı duruma biraz işitsel gerçeklik karmak için iki hindistan cevizi kabuğunu birbirine vurur. Doğrusu pek ümitsiz bir illüzyondur bu. Fakat Kral Arp hur bu sakil vaziyetin yüzündeki mağrur ifadeyi bozmasına katiyyen izin vermez. Zaten çok geçmeden İngiliz komedi kumpanyası Monty Python'ın asıl meselesinin doğrudan bu resmin sunduğu görsel komedi değil, resimde ayan beyan ortada olan sakilliği ve çılgınlığı görmezden gelme, soğukkanlılıkla reddetme üzerine kurulu mizah olduğu anlaşılır. Tamamen İngiliz davranışı üzerine bir mizahtır bu. İngilizlerin rezil olmamak için en zor durumda bile bozuntuya vermeme, görüntüyü kurtarmaya çalışma eğilimi üzerine kurulu bir mizah. Nitekim az sonra bu illüzyona cepheden saldırıya geçen askerden başlayarak filmin sonuna kadar, Arthur'un asıl büyük serüveninin kutsal kaseyi bulmak değil, onu ararken doğru görüntüyü vermek olduğu tekrar tekrar belli olur. Arthur ve şövalyeleri de Monty Python mizahının sunduğu bin bir türlü çılgınlığın ortasında imajı korumaya çalışacak, bu maceranın aslında son derece absürd, içinde yer alanların ise tamamen aklını yitirmiş olduğu gerçeğini, inatla tablonun kuytu köşelerine süpüreceklerdir.

ilk film

monty python'ın ilk sinema filmi holy grail'de, kral arthur'un o çok iyi bilinen öyküsü her tür absürd durumla ve pür çağrışım sonucu ansızın patlak vererek uzayıp giden, bitmek bilmeyen tuhaf diyaloglarla delik deşik olur. Adeta Python, bir tür "saçmalık illeti"nden mustariptir... Saçmayla sıradanı çeşitli şekillerde karıştırarak, pek başarıyla takındıkları o sakin ifadeyi sarsacak, sükunet ve kontrolden oluşan o yüzeyi çatlatacak dengesizlikler yaratırlar. Bazen son derece sıradan bir Şeye hayli saçma açılımlar getirir, tuhaf bir bilinç akışına kapılıp adeta gerçeküstü yerlere sürüklenirler... Dahası çıkış noktalarını oluşturan sıradanlık, normallik, yani o bize aşina gelen unsur herhangi bir şey olabilir: Bütün bir öykü, sıkça görülen bir olay, bir durum, bir anlatım şekli; hatta bir an, bir his, bir vurgulama. Örneğin ünlü skeçlerinden Nasıl görünülmez'in gerçeklikle ilişkisi tamamen bir sunum şeklinden ibarettir: açık arazide saklanma teknikleri öğretmeye yönelik bir programmış gibi görünen skeç, bu işi beceremeyen konu mankenlerini giderek daha şiddetli yöntemler kullanarak ortadan kaldırır (vurur, havaya uçurur). Birkaç örnek sonra, işin saklanma tekniğinin başarısıyla falan ilgisi kalmamıştır; skeç artık, anlatıcının "her şeyi gören" konumundan aldığı hazla giderek zıvanadan çıktığı bir tür sadist nöbetin resmidir. Bir başka skeçlerinde, müşterinin bozuk çıkan malını geri getirmesi ve sancının malda bir sorun olduğunu inkar etmesi gibi gündelik bir konuyu ele alırlar; yalnız, söz konusu malın bir canlı, kusurunsa ölüm olması gibi satıcının direnişini epey güçleştirecek bir durum söz konusudur. Müşterisi, kendisine kakalanmış kaskatı papağanı elinde sallayarak onun ölü olduğunu anlatmak için her türlü tanımlamadan faydalanırken, satıcının yüzündeki o taviz vermez ifadeyle inkar kapasitesinin doruklannda gezindiği bu ünlü skeç, Monty Python'ın anlamsızlık derecesine varan inkârdan mizah üretişinin iyi bir örneğidir. Satıcının haklıymış ve bu konuda kendinden eminmiş görünümünün kof olduğunu biz de biliriz, müşteri de bilir, aslında kendi de bilir, ama sanki takındığı imaj artık kendi başına bir hayata sahiptir ve papağanın aksine, ölmeyi reddetmektedir.

python'dan gündelik yorum

monty python hicve özellikle yatkın bir komedi grubudur. örneğin isa ile aynı zamanda, onun hemen yakınında doğan ve yanlışlıkla mesih zannedilen Brian'ın öyküsü The Life of Brian'da, aynı politik ideolojilerin farklı fraksiyonları arasındaki çekememezlikten tutun da, insanların kendi başlarına karar vermelerini söyleyen bir lideri bile körü körüne izlemelerine varıncaya kadar, bu yatkınlığın çok parlak bazı örneklerini görürüz. Düz birer öyküsü bulunduğu söylenebilecek Holy Grail ve The Life of Brian'ın aksine, bir skeç derlemesi yapısındaki The Meaning of Life ise saçma durumları ve kaba mizahi unutulmaz hicivlerle harmanlar. İnanılmaz çocuk nüfusu yüzünden rahatça içinde yürünemez hale gelmiş olan işçi sınıfı evinden yola çıkılarak sergilenen Every Sperm is Sacred / Her Sperm Kutsaldır adlı müzikal sahne; kontratının böyle bir işlemi mümkün kıldığını söyleyerek canlı birinin böbreğini organ bağışı olarak alma- ya çalışan sağlık çalışanları; Tanrı'ya edilen duaların Python gözünden, "gündelik dille" yorumu... Doğumdan ölüme insan hayatını izleyen The Meaning of Life, Python'ın kimi hayli komik müzikal sahnelerinin dışında, bir de sinema tarihinin en iğrenç sahnelerinden birine, inanılmaz şişmanlıktaki Mr. Creosote'nin mide kaldırıcı sonuçlara gebe olan yemek yeme sahnesine de yer veriyor.

The Meaning of Life'ın ardından Monty Python'ın dağıldığı söylenebilir. Grubun üyelerinden Graham Chapman (Holy Grail'in Kral Arthur'u ve The Life of Brian'ın Brian'ı) 1989 yılında öldü. Daha sonra ekibin çeşitli üyeleri, farklı farklı vesilerle biraraya geldi; örneğin John Cleese ile Michael Palin A Fish Called Wanda ve Fierce Creatures'da birlikte oynadı... Ancak genelde "Monty Python filmleri" olarak kabul edilen eserler, The Meaning of Life ile doğumdan ölüme uzanan bu çok duraklı yolculukla son buldu. Ancak Python dağılalı aşağı yukarı yirmi sene geçmesine karşın, grubun işleri hâlâ çok seviliyor ve izleniyor. Eric Idle'ın yazdığı, Holy Grail'in tiyatro uyarlaması olan Spamalot'ın epey ilgi görmesi ve Chicago'nun ardından Broadway'de de sahnelenmeye başlaması bunun bir kanıtı.

kutlukhan kutlu
cnbc-e dergisi, kasım 2005, sayı:70, issn: 1304-5393
sayfa: 86-87-88-89-90-91
https://www.arsivsozluk.com/d/48
Devamını okuyayım...
disco
0

highland warriors

ocak 2003'te çıkmış, yayımcısı data becker, yapımcısı soft enterprises olan strateji türünde bilgisayar oyunudur. oyun hakkında 19 şubat 2003 tarihinde, murat şen tarafından trgamer sitesinde aşağıdaki inceleme yayımlanmıştır.

Braveheart filmini herkes hatırlar ve en az 2-3 kere izlemişlerdir. Ben kaç kere izledim bilmiyorum ama yakın zamanda DivX versiyonunu indirdim ve arşivime kattım. Biraz geç kaldığımı biliyorum ama yine de geç oldu, güç olmadı. william wallace, İskoçya için özgürlüğün kazanılması adına çok büyük işler yapmış bir adamdır. Bu adamdan da ben dahil çoğu kişi etkilenmiştir. Hayatını bu yolda feda eden bir kişiden kim olsa etkilenir. Braveheart için bir oyun yapılmıştı bir süre önce, ama fazla başarılı olamamıştı. Grafikleri iyiydi ama çok abartı bir sistem ihtiyacı ve garip hataları yüzünden fazla tutulmamıştı. Soft Enterprises adında bir firma, Highland Warriors adında bir RTS piyasaya sürdü. İşte William Wallace'ı da içinde barındıdan İskoçya tarihi konusu için yapılmış kapsamlı ve kaliteli denebilecek oyun da, doğmuş oldu.

Oyun İskoçya'da, ilk başlarda kurulan kavimlerden başlıyor ve William Wallace'ı da içinde barındırarak en son özgürlük savaşına kadar sürüyor. Oldukça büyük bir tarihi kapsayan oyun, gerçekten de üzerinde çok uğraşılmış ve övgüyü hakeden bir yapım. İskoçya tarihi ve gerçek olaylara dayandığından da birçok oyuncu için daha bir cezbedici oluyor.

Oyun bize o zamanları neredeyse gerçekten yaşatacak gibi oluyor. Oyunu ilk kurduğunuzda, daha çalan müziklerden bunu hissedebiliyorsunuz. Bölüm aralarında giren video görüntüler o tarihler hakkında bize bilgi vermekte. Ayrıca, yazılı ve seslendirme olarak verilen bilgiler de tarihsel belge niteliğindeler. Bu yüzden de işin içindeki gerçekçilik sizi oyundan asla koparmıyor. Daha uzun oynama, daha fazla şeyler öğrenmek hissi uyandırıyor. Ben oyunun karşısında tahminimden daha fazla zaman geçirdim. Normalde bu tarz ders benzeri oyunları sevmem ama bu oyunda bu tür kaka şeyler öyle güzel harmanlanmış ki, gerçekten size birşeyler öğretildiğinin farkına bile varamıyorsunuz. Bir bakmışsınız oyunu bitirmişsiniz ve İskoç tarihi hakkında herşeyi öğrenmişsiniz. Oyunda kullanılan binalar, silahlar, birimler, o zamanlar hakkında yapılan çalışmalardan uyarlanmışlar. Ortam oldukça zengin. Hayvanlar, kadınlar etrafta dolaşmaktalar. Ağaçlar sallanmakta, askerler çevrede dolanmaktalar. Kendilerine özgü British aksanı da oyuna iyi aktarılmış.

Yiyecek, altın, ore, taş ve odun başlıca kaynaklarımızı oluşturmakta. Oyunda genel anlamda bildiğimiz strateji öğeleri mevcut. Bu kaynakları toplayıp ordumuzu kurmamız ve düşmanı altetmemiz gerekmekte. Genelde hep benzer tarz görevler alıyoruz. Görevler doğal olarak gittikçe zorlaşmaktalar.

Fakat oyundaki yapay zeka gerçekten de yerlerden sürünüyor. Buraya kadar hep iyi şeylerden bahsetmiş olmama rağmen ne yazık ki oyunu burada rezil etmekten başka bir seçeneğim yok. Oyun aşırı derecede zor veya aşırı derecede kolay olabiliyor. Bu an meselesi. Bazen bir asker yığını hemen ölebilirken bazen duvar gibi asla yara bile almayabiliyorlar. Hep aynı noktana aynı tür ve sayıda asker geliyor. Düşman sahasında yer alan madenleri kullanırken düşman asla size engel olmak istemiyor. Hatta birlikte aynı ormanı baltalarken bile hiç sesini çıkartmıyorlar. Bir askerin önünde savaş çıksa bile o öylece dikilip kavgayı izliyor. Bunlar bir RTS oyununu öldürmek için yeterli hatalar. Olmaması gerekirdi. Bu yapımcı firmanın (Alman) RTS türünde acemi olmasından kaynaklanıyor sanırım. Bazı yerlerden aldığım bilgiye göre, bu firma gerçekten de bu türde oldukça acemiymiş. Bu oyundaki ölümcül hatalarıyla da bunu kanıtlamış oldular. Bravo vallaha.

Oyundaki hatalar sadece yapay zeka ile sınırlı değil. Bir kere arayüz oldukça karışık tasarlanmış. Grupladığınız askerler ne yazık ki bir yerde gösterilmiyor. Bu da kalabalık ortamlarda kafa karışıklığı anlamına gelmekte. Birimler arası denge düzgün kurulmamış. Okçular diğer kısa mesafeli birimlere göre abartı güçlüler. Hafif kalabalık bir okçu sürüsü ile yapamayacağınız iş yok. Adamlarınızı bir yere tıkladığınız zaman, bu yer biraz uzaksa, gruptan ayrılan ahmaklarla uğraşmanız gerekiyor. Gruptan ayrılanlar yüzünden diğer elemanlar da saçmalamaya ve diğer kaybolan elemanı beklemeye başlıyorlar. Siz uzakta bir savaşla ilgilenirken, kaşla göz arasında herşey birbirine girmiş oluyor. Siz de saçınızı ve başınızı yolmuş oluyorsunuz. Allahtan ben saçlarımı kestirdim de böyle bir derdim yok :P

Oyundaki grafikler aslında iyi gibiler ama hataları var. Bir kere çevre grafikleri hayli başarılı olmuş. Karakter modellemesi de RTS oyunları için fazlasıyla iyi. Ama nedense oyun çok iyi makinelerde bile yavaşlamalar yapıyor. Bu da iyi optimize edilmemesinden kaynaklanıyor sanırım. Oyundaki detayları düşürdüğünüz zaman da bazı takılmalar yaşıyorsunuz. Bu olursa, şimdiden uyarayım, hatayı sürücülerinizden veya ekran kartınızdan bulmayın. Oyunda herşey 3D olduğundan, kamerayı istediğiniz gibi çevirebiliyorsunuz. İnanılmaz olan, kameranın sorunsuz çalışması. Sadece bazen isteklerinize 1-2 saniye geç cevap verebiliyor. O kadar kusur, kadı kızında da olur :)

Oyunun seslerine gelince, bir kere müzikler başarılılar. Buna diyecek lafım yok. Ama seslendirmeler öyle değil. Yazının başında karakterlerin o zamanki dili kullandıklarını söylemiştim. Ama bunu öyle berbat yapmışlar ki anlatamam. Aslında karakterlerin söyledikleri biraz daha çeşitli olsaydı iyi olabilirdi ama bir askerden oyun boyunca aynı kelimeyi duymak, inanın insanı çıldırtıyor.

Kısaca oyun kendinden bekleneni veremiyor. İyi bir oyunmuş gibi başladığım yazının sonunda oyunu nasıl batırdım gördünüz. Demek ki yazılarda ilk paragrafı okuyarak hemen oyun hakkında fikir alıp kapatmayın. Hiç beklemediğiniz şeyler olabilir :) Sağ gösterip sol vururum ben bazen. Bu oyunu alın desem bir türlü almayın desem bir türlü. Aslında bundan başka alınacak bir dolu RTS oyunu var dersem yalan olur. Yeni birşeyler çıkana kadar sizleri oyalayacak dersem, bu sefer de oyun sizi deli edecek siz de gelip bana laf edeceksiniz. En iyisi siz bu oyundan uzak durun da hem siz hem de ben rahat edeyim. Evet evet...

trgamer
murat şen - 19.02.2003
https://www.arsivsozluk.com/d/54
Devamını okuyayım...
disco
0

paisa

Türkiye'de hemşehri ismi ile vizyona giren, yönetmenliğini Roberto rosellini'nin yaptığı 1946 yapımı film. yeni sinema dergisinin mart 1966'da yayımlanan sayısında hakkında yazı yazılmıştır.

filmin konusu:

altı ayrı bölümde film Italya'nın çeşitli şehir ve bölgelerinde amerikan ordusunun ilerleyişini izliyor.

birinci bölüm:

sicilya’ya ayak basan bir Amerikan bölüğü SicilyalI bir genç kızın yardımından yarar­lanır. Amerikalılar tarafından, yanlışlıkla ihanetle suçlandırılan kız daha sonra Alman kurşunlarına kurban gider.

İkinci bölüm :

Napoli’de sarhoş bir zenci M.P. sokaklarda sürünen bir çocuğa rastlar. Zencinin, New York’un şanı ve yüceliği hakkında, anlam­sız, karışık konuşmalarını sabırla dinliyen çocuk sonunda askerin çizmelerini çalıp kaçar. Ertesi gün çocuğa yeniden rastlıyan zenci tehditlerle çizmelerinin iadesini ister ve çocukla birlikte yüzlerce kişinin, hayvan gibi, korkunç bir sefalet içinde yaşadıkları mağaralara gelir. Tüyler ürpertici manza­ranın karşısında zenci dehşet içinde, utana­rak uzaklaşır.

Üçüncü bölüm :

Roma’nın kurtuluşuna katılan Amerikalı bir asker altı ay sonra izinli olarak şehre döner. Gayesi Kurtuluş Gününde tanıdığı bir genç kızı bulmaktır. Kızı bulur oysa, geçen süre zarfında, kız artık sokağa düşmüştür. Geceyi beraber geçirirler. Ertesi sabah, as­ker daha uykuda iken, kız ayrılır ve delikan­lıya eski adresini bırakır, ilk buluştukları odaya dönüp askeri bekler. Adresi okuma­dan cebine atan asker başka bir arkadaşı ile buluşur. Kâğıt parçası meydana çıkınca arkadaşı üzerindeki adresin kime ait oldu­ ğunu sorar. Delikanlı "Hiç, sadece bir oros­punun adresi" diyip kâğıt parçasını yırtıp atar.

Dördüncü bölüm:

ikiye ayrılan, bir kısmı Amerikalılar, bir kısmı Almanlar tarafından işgal edilen Fi­renze şehrinde Amerikalı bir hastabakıcı partizanlarla savaşan sevgilisini arıyor.

Beşinci bölüm :

Üç askeri papaz (biri Katolik, biri Pro­testan ve biri Musevi) küçük bir dağın tepesinde bulunan bir manastıra gelip gece­yi orada geçirir ve diğer papazlarla tanışır­lar.

Altıncı bölüm :

Po nehrinin deltasında partizanlardan ve Amerikalı komandolardan birleşik bir grup cephanesiz kalıp Almanlar tarafından sarı­lır. Bataklıklarda hepsi Almanlar tarafın­dan kurşuna dizilir, asılır, elleri bağlı ola­rak nehre atılır, ya da intihar ederler.

film hakkında

"Paisa ufak kusurları ve büyük meziyetle­ri olan bir filimdir. Anlatımı dağınık, kur­gusu kötü, yer yer anlamsız, çoğu bölüm­lerin izlenilmesi güç, seyirciden talep et­tiği katılış sınırsız. Oysa geriye bir çok şey kalıyor! Roma bölümündeki dengeli, tutum­lu, umutsuz trajedi; manastır bölümündeki çarpıcı insaniyet duygusu ve özellikle, son bölümünde umutsuz oysa sonuna kadar yılmayan mücahitlerle bir birlik kuran deltanın acı, boş, merhametsiz görüntüleri."

vernon jarrat
yeni sinema dergisi - mart 1966 - sayı:1 - sayfa: 48

https://www.arsivsozluk.com/d/34
Devamını okuyayım...
disco
0

citizen kane

film hakkında, yeni sinema dergisi, ağustos - eylül - ekim 1968 tarihli sayısında, bertan onaran'ın çevirisiyle barthelemy amengual'ın aşağıdaki yazısı yer almıştır.

İşin harika yanı şu ki, welles'in filmi, varlığını, okuyucuyu her ne pahasına olursa olsun yaratılan bir yenilikle kendine bağlayan ve bu bağlılığı sürdürebilen heyecan basınının üslûbuna sadık kalarak, Amerikan dünyasına şaşırtıcı, unulmayacak bir yenilik, bir tazelik, bir keskinlik getirmektedir. Blöf, burada,
doğru yerine geçmektedir, çünkü o, gerçek bir evrenin. Amerikan dünyasının ve sanatçının doğru'sudur. Bu yüzden de, kimi zaman, sesli sinemayla ilk kez karşılaşıyormuşuz gibi bir duyguya kapılırız. Ve gerçekten de onu ilk kullanan welles'tir, film sesli bir gazeteden çok radyoya benzemektedir, özellikle, insan sesinden çok dünyasal gürültüleri andıran insan seslerinin vurgu, titreşim ve hız gibi nitelikleri. Alt kattan başlayıp kemerli üst kat koridoruna dek yükselen Susan'ın sesinin «serüveni», deyim yerindeyse, hem İnsanî ,hem de, sözcüğün en gerçek anlamıyla, nesnel açıdan sarsıcı bir güzellik ve sahiciliğe sahip bir "gösteri"dir. Yeryüzünde, konuşmaların bir müzik, ulusal bir müzik, bir halk müziği gibi kullanıldığı tek film, Yurttaş Kane'dir.

inquirer'ın yazıişleri odaları, toplantı odası, Xanadu'nun salonları, eskimiş, yılan gibi kavisli abajurlarla, sağa sola atılmış şişelerle dolu, (tıpkı okyanustan esen keskin kokulu yel, çöldeki ılık mı ılık rüzgâr gibi) insanda elle dokunuyormuşcasına bir duygu uyandıran çalışma odaları, Faulkner'ın Pylone adlı romanındaki kentte, bayram hazırlığı yapılan günlerde gördüğümüz gibi uzaysal bir kıpır
kıpırlık... Gerçi Yurttaş Kane'in dış sahnelerinde, daha sonraki eserlerde ortaya çıkacak uzaysal üçüncü boyut henüz yoktur, bununla birlikte, bu ilk filmin bütün iç sahnelerinde Truffaut dekorların hâlâ Hollywood koktuğuna parmak basmıştır - dış görünüşün ötesinde bir şeyler vardır, onlar, tıpkı sesli bir deniz kabuğunun bütün denizi özetleyişi gibi, koskoca bir evreni kendilerinde taşımaktadırlar.
Çözümsel oymacılığın açıklayıcı ya da dramatik yararcılığını bir yana bırakan Welles, sessiz sinemanın, kısa ya da uzun imgelerin derin ezgisine kavuşmuştur, ki aslında, bu imgeler de dünyadan birer parçadır, birer varlıktır. Karşımıza çıkan şey yine bir bilmecedir, ama bu, bilgisizliğimiz ve yeniliğimizden ötürü, o sonsuz karmaşıklığıyla dünyanın kendisidir.

Baudelaire'den bu yana, ömrün sonuna dek sürdürülen çocukluk diye tanımlanan üstün yeteneklilik süzgecinden geçmiş bu bakış ve duyuş yeniliği, welles'in kişiliğindeki sahici çocuksuluğa bağlanabilir. (Bazin, onunla ilgili ünlü kitabında Harika çocuk, çocuksu bir dâhi haline geldi demektedir.) Ama Welles, bu yeniliği bu el değmemişliği bir düzen içinde sürdürür. Bu konudaki fikirlerini açık seçik ortaya koymuştur. Donkişot'u için şunları söyler:

"Bu öykünün, gerçekten içimden geldiği gibi çalışırsam, çok daha taze ve ilginç olacağından emindim; nitekim öyle oldu." Kötülük Sonsuzluğu için de şöyle der: "18.5'u yeğlemem; ille de içimden geldiği gibi çalışmak istemem. ( . . . ) Daha önce bakılmamış açılardan bakıyorum. Bu türlü görüntülerden bıkacak kadar çok görmedim henüz. Onun için, bu ışın sapmasına yepyeni bir gözle bakabilirim. Bu, benimle 18,5 arasında büyük bir yakınlık var demek değil, yalnızca, bakışın yeniliğinden gelen bir şey."

Bakıştaki bu yenilik, tazelik ve yoğunluk'tan yola çıktınız mı, Welles'in üslubunda dışavurumculuk dedikleri şeyi yakalamak kolaylaşır. Kane, çevrenin ve dekorun gerçekdışılığı ya da düşselliğiyle; kişilerin karmakarışık belirsizliğiyle; herhangi bir Okul'a bağlı olmanın doğurduğu, karanlık bölümlerin ortadan kaldırılması diye anlaşılan bir şiirsel görüşle, dünyanın hissedilir bir biçimde yeniden düzene sokulmasıyla büyülemiyor seyirciyi. O, her şeyden önce, bakış açılarının seçimi'ndeki sağlamlıkla kavrıyor bizi - ki bu sağlamlığa, kurgu da katkıda bulunmaktadır. Filmin, ilk Alman sinemasından çok Sovyet sinemasını hatırlatması da işte bundandır. Pek haklı olarak, bu bakımdan Welles'i Ayzenştayn'a benzettiler. Tisse'ye benzetseler daha yerinde olurdu. Ama pek ender olarak bu yakınlığın ötesine geçildi, bu da, Welles'te belli bir gerçekçilik isteği bulunduğunu öne sürmemize yardım etmektedir. "Kameranın oynaklığı, küçük odaklı mercekler, gözle görülen dünyayı o ana dek görülmemiş, şaşırtıcı bin bir açıdan göstermeye izin verdi. Planlar, son derece kestirme yollardan, açıklıkla koyuluğun güçlü birleşimleriyle verilir oldu." Bu sözler, 1923-24 yıllarının tarihçesini yazan A. Golovnia'nındır.

Bunun için, tıpkı Ayzenştayn'a yapıldığı gibi, Welles'i de merceklerinin önüne nesnelerin biçimini bozan bir cam yerleştirmekle suçlamak, bizce haklı değildir. (Biçim bozuculuk onların merceğinden gelmektedir.) İkisi gerçeği değiştirip salt görme duygusu düzeyine indirmektedirler elbet; yani onu yüceltmektedirler. Yeni bir gerçek yaratmamaktadırlar. Ayrıca, bu geçici dengede, gerçekçiliğin düş kırıcı ikizliği büyük bir yer kaplamaktadır. Gerçek, karşımıza, günlük yaşamın kendiliğinden ortaya koyduğu görünüşte çıkmaz. O, aynı zamanda, olağandışılık ya da yalnızca yoğunluk içinde (Ayzenştayn buna "coşku" diyor) yaşarken yakaladığımız görünüştedir. Üstelik şunu da unutmamak gerekir ki, Sovyetler sineması, yaşanan her günün bir bayram olduğu, her davranışın devrimci bir nitelik taşıdığı, olağandışının kural biçimini aldığı
bir yaşam yaratma ereğini gütmekteydi. Ama Ruslar, bu yeni bakışlı sinemayı, sessiz günlük olaylardan, haber toplarken edindikleri yaşantıdan yola çıkarak, açıkhava'da geliştirdiler. Welles ise onu (üstü kapalı) iç sahneler'de, aralıksız sürüp giden bir ikili konuşmanın temel boyutlarından birini oluşturduğu
birtakım sesli bakış açıları örgüsü içinde canlandırmaktadır. 1946 yılında eleştirmenlerin Yurttaş Kane'i çözümlerken ne büyük zorluğa düştüklerini hatırladıkça insanın gülesi geliyor, gerçekte, o günlerin sinema eleştirisi, bu filmi dinlemeye dayanamayacak durumdaydı genel olarak. Cahiers du Cinéma dergisinin, Welles'i, çağdaş sinemanın ağababası sayması çok yerindedir. Bresson'dan on, Antonioni'den on beş, Resnais ve "edebî" filmden yirmi yıl önce, Welles, diyalektik olarak, sözlü sinemayı sözsüze dönüştürmeye uğraşıyordu. Yani, ses şeridiyle açıklama, söyleme ve anlatma görevinden kurtulan görüntü, abartılmış ima, yoğunluk ve saydamsızlık gibi araçlarla yine o eski açınlama büyüleme ya da göz kamaştırma gücüne kavuşuyordu. Bardèche'in, doğru'nun hemen yakınından geçerek, bu devrimin anahtar'ını vermiş olması epey hoştur doğrusu: "Bu türü filmler, bize, konuşmanın elbirliğiyle lanetleneceği günlerin yaklaştığını göstermektedir."

Demek ki. Yurttaş Kane'in ve Welles'in barokçuluğu. Dışavurumculuk gibi, fizikötesi bir "weltanschauung"dan çok, siyasal bir var olma karşı çıkma isteği halinde kendini belli etmektedir. mario nuzzo, Welles'i büyük kaçaklar, eski kuşağın başkaldıran çocukları arasına katıp, Avrupa için çok ilkel, Amerika için de üstün yetenekli, Avrupa'cılık hastalığına tutulmuş bir züppe diye niteleyebilir ve eline, aynı kavga için, aynı silâhları verebilir. Bizse onun kötü beğeniyi göklere çıkarışında, barokçuluğunda, öncelikle, dünyaya yöneltilmiş bir savaş, ulusunun bir türlü kafasından atamadığı o ilkelcilik'e gösterilen bir tepki görmek zorundayız.

bakış ve görüntü

Bakış teması, Yurttaş Kane'in hakim olan öğedir; ayrıca, ikili çekim yardımcı teması, görüntüye, yansıya dayanan bir uygarlığın ayrılmaz niteliklerine, yani kişilerin gösterişçi ve kendi kendilerine hayran insanlar oluşlarına parmak basmaktadır. Aynalı odalar; aynı olayın hem "nesnel", hem de "öznel" açıdan verilişi, olaya karışan kişinin, başkalarını seyrederken seyredilişi, kendini bir şeyler götürürken görüşü, kendisi için varlığı'nın, aynı anda, başkası-için varlık oluşu; kimsenin varlığı olmayış. Tanrısal bakış açısı, fotoğrafın bulunuşundan beri, "ben"i "biz"le aynı çizgiye getiren, hem kendisi-için varlık'ı, hem de başkası-için varlık'ı yaratmakta olan kameranın bakış açısı; falcı merceğine benzeyen Rosebud küresi; dürbünün tersinden seyrediliyormuş gibi verilen upuzun piknik kervanı; renkli bir camın üstündeki göze uydurulan gözün bir dizi görüntüyle verilişi (burda dekor, içinde yaşayanları gözleyip yargılamaktadır); Xanadu'ya pencereden, El-Rancho'da, Susan'ın çalışma odasına, damdaki camlı bölmeden, "teleskobik" girişçıkışlar...

El-Rancho'nun damındaki ikili travelling'e ucuz diyenler çoktur. Oysa bu, basının, insanların vicdanına, en gizli yaşamına el uzatışının somut görüntüsü değil midir? ve Yurttaş Kane de bunun canlı örneği ve yadsınması olmak istemiyor mu? Hiç durmadan tekrarlanan o saat imgesi, önce annesi gibi şarkıcı olmak isteyen, oysa şimdi bir gece kulübü işleten Susan dahil. Amerikan kültürünün o hale getirdiği bütün kişilerin, önce saptanan, sonra resimlerle verilen, gözümüzün önüne serilen yaşamının canlı simgesi değil mi?

Renkli cama uydurulan göz örneğiyle, Sartre'ın "tekrarlı bölümler" adını verdiği sahnelere bakarak, welles'in filmindeki en sarsıcı yanı bulma denemesine girişebiliriz belki. Tokatlanan, aşağılanan ve buna başkaldıran Susan'ın gözünü dekorun soyut gözüne uyduruşunu gösteren zincirleme sahnede, görüntülerdeki görevlerle güçlerin sayısız olduğunu hissediyoruz. Sırf şu yer değiştirme (piknik çadırından şatonun içine geçiş) sahnesindeki o - giz dolu - az sözle çok şey anlatma ustalığını ele alırsak, bu bölümde cansız varlıkla yarı canlı varlık arasındaki o garip özümleme, o insansız dekorla insanlıktan uzaklaşmış kadında birdenbire ortaya çıkan görkemli tinsellik (aslında ne birini, ne de öbürünü görürüz), bakışın saldırganlığı, ben, biz ve hiç kimse - bize hiç konuşmadan bir şeyler söylemekte, göstermeden bir şeyler göstermektedir. Sinema, burada, yazı'ya dönüşmektedir. Sözcüklerse görüntüdür, nesnelerin görüntüsüdür. Ve nasıl her cümle kendisini oluşturan sözcüklerin ötesinde bir şeyse, görüntülerin anlattığı da görüntünün kendisinden fazla bir şeydir. Artık hiç bir sesi dinlemeyiz. Hiç bir şeyi görmeyiz. Okuruz. Okuyucunun sözcükleri canlandırışı gibi, bizde görüntüleri canlandırırız; onlara birer imlem yakıştırırız. Böylece kurgu, kısa planları ardarda getirerek, oymacılığın sürekliliğini de bozmadan, belirsizlik, küçük parçaların çoğul zenginliği ve şiirsel izlenime özgü karanlık bırakış yardımıyla, filme yepyeni bir anlam ve imlem gücü kazandırır. Burada anlatı isterseniz anlatı değil de, hatırlatma diyelim tıpkı romanlardaki düzyazıda olduğu gibi, hem anlatıdır, hem de olaydır, dramdır.

Welles'in ilkin, Kane'in aile yaşamının önüne geçilmez çöküşünü, ikinci olarak da, Susan'ın, intihara dek varan sahne "yaşamı"nı çizerken kullandığı "tekrarlı sahnelere" gelince, bu yöntem de, sanıldığından çok daha yeni ve zengindir. Sartre, bir alışkanlığı ya da bir tekrarı dile getiren di'li geçmiş zamanın dengidir diyerek, bu yöntemin gerçek değerini göstermiştir. Yurttaş Kane'de, (anlatım) eylemin bir parçasıdır, eylemin kendisidir; anlatının ana örgüsü odur. Anlatan şöyle demektedir sanki: "Adam onu her yerde şarkı söylemeye zorluyordu; kadın bundan bıkıp usanmıştı; bir gün adama açılmaya niyetlendi..." Ama bununla alışılmış sinema dilinden uzaklaşmış olmuyoruz, yalnız, Welles, şimdiki zamanın yerine di'li geçmiş zamanı koyuyor.

Lirik iç döküş bir yana - ki bu iş, La Roue'da (Tekerlek) rayların şarkısı ile başlayıp, sessiz Sovyet sinemasının bütün "ilâhi"lerinde devam etmiştir -, böyle bir kurgu, genellikle, ancak iki erek için kullanılmaktaydı: ya bir kavram'ın yerini tutmak için, ve burada görüntü sözcükleri, tarihleri, bir metni görüntülemektedir. (bir takvimin yaprakları teker teker düşer, bir görünüm ya da bir yapının görünüşü değişir, gazete başlıkları birbirini izler falan); ya da, atılacak bazı bölümlerin özeti çıkarılarak, bir anlatıyı ölü ya da işe yaramaz sayılan anlarından temizlemek için. Her iki durumda da, hep yarar peşinde koşan biçim, özden önce gelmekteydi. Kane'de ise, özle biçim ayrılmamacasına birbirinin içindedir. Welles anlatım biçimini değiştirmekte, ama yine aynı öyküyü anlatmaktadır, öykünün özü, dolayısıyla ilgimiz, olduğu gibi kalmaktadır. Bu filmdeki kurgu bize bir bilgi değil, sürekli bir oluş halinde bulunmayan, kopuk kopuk bir gerçeklik verir. Bu parçacıklar hiç bir zaman menteşe gibi birbirlerine kenetlenmemiştir, ama filmin geri kalan yanından ayrı da değildirler Tıpkı bölümsel sahnelerin gerçek zaman içerisinde yer alışı gibi, onlar da film'dirler. Ayrıca şunu da belirtelim ki, yapıtın türü yani bir sürü anlatıdan kurulu anlatı türü-, böylesine doğal bir uyuma aykırı değildir. Ve filmin o olağanüstü yoğunluğu da işte buradan gelmektedir: gerek bir anlatı, gerek bir haber yazısı olarak, film, belge niteliğini korumaktadır.

Yurttaş Kane'i Geçmiş Zaman Ardında'nın sinemasal örneği, ve filmdeki ünlü cam küreyi de romandaki en az onun kadar ünlü Madeleine çöreği haline getirmek için bir sürü insan olanca zekâ ve saflığıyla çalışmıştır. Oysa, şekerli çöreğin, Guermantes'ların bahçesindeki takuş tukuş taşların ya da Vinteuil'ün o küçücük cümlesinin, Proust'un temel taşını meydana getirdiği ve ordan yola çıkaran kendini insan ve yazar olarak kurtaracağı son derece özel bir iç yaşantının (tecrübenin) başlangıç noktası olmasına karşılık, Welles'in filminde Kane'in geçmişinin incelenmesi onun tüm dışındadır ve ancak Kane'i tanımış olanların «geçmiş zamanı»m kapsamaktadır, ve cam küre, Proust'taki gibi, bir başlangıç değil, yalnızca bayağı bir anı-nesne'dir, ki bu ayrım, aslında, çok önemlidir tabiî. O, Kane'e geçmişinin anahtarını vermemekte, bu geçmişin bütününe yeniden sahip olmasını sağlamamakta, rosebud'u yeniden keşfettiği zaman, gözlerini kamaştırıp ya da umutsuzluğa düşürerek, Kane'i kendinden geçirmemektedir. Bu cam küre, onu ölüm saatıyla yüz yüze getirebilecek, onu o müthiş yalnızlığından kurtarabilecek biricik tanık, biricik duygusal gerçekliktir.

Melodramlardaki "anamın haçı"dır bu cam küre, goriot baba'nın, iki kızından uzakta can verdiğini gördüğü an istediği örgülü saça takılan zincirle madalyadır. Bilinçli bir yoksunluğun simgesi olarak, Kane onu uzun süredir büyük bir kıskançlıkla saklamaktadır; ama ne kadardır bu süre? Susan gittikten sonra, odayı kırıp geçirirken ona dokunmamıştır. Rosebud sözcüğünü daha önce de söylemiş, ve bu lâf sinirlerini yatıştırmıştır. Belki de aslında çocukluğuyla hiç bir ilgisi yoktur, ve belki de Kane, günün birinde, ona böyle bir ilgi yakıştırmıştır. Her neyse işte, spor kızağı da Xanadu'daki mobilyalar arasında yatmaktadır, oysa bu akıl alacak şey değildir. Bununla birlikte, kızakla cam küre Kane'in çocukluğundan başka bir şeye bağlı olabileceği için, ruhsal çözümleme yoluyla bir açıklamaya, bir doğrulamaya girişmek istemesek bile, araştırmayı bulguya yeğleyen Kane'in saçma bir yaratık olduğunu kolayca kabul edebiliriz. Bunu yapınca da, "Proust'çu" açıklamadan alabildiğine uzaklaşmış oluruz.

Yurttaş Kane'in sanatını dos passos'unkine benzetmek isteyenler de çıktı. Bu karşılaştırma pek de boş değildir. Ancak onu aşmak söz konusudur bu yapıtta. Gerçekten de, Welles, örneğin Dos Passos'un kullandığı o toplu bakış açısını bilinçli olarak yadsımak ister gibidir. Sartre ne de güzel söylemiştir: "Bir yaşamı Amerikan gazetecilik tekniğiyle anlatmak, onu, Salzbourg dalı gibi toplumsal bir gerçek haline getirmeye yeter. Dos Passos'un insanı, hem içe, hem dışa dönük, melez bir varlıktır. Onunla birlikte, onun içindeyizdir, onun sallantılı bireysel bilincinde yaşarız, ama birden bu bilinç direnmekten vazgeçer, zayıflar, toplumsal bilinç içinde eriyip gider. Oysa Yurttaş Kane'in amacı, toplumsal bilincin hiç bir zaman bir bireyi özetleyemeyeceğini göstermek, ve son derece bütüncü toplumsal bir yapı tarafından ta özünden bozulmuş da olsa, azıcık değerli bir insanın hemen sürüden ayrıldığım, göze battığını ima etmek değil midir?

Onun için, "Yurttaş Kane'deki, şurada ileri atılışlarla daraltılan, ötede derin geriye dönüşlerle çekilip uzatılan zaman, tıpkı Proust'un yapıtında olduğu gibi, başlıca dramatik öğedir" diyen Jacques Bourgeois'nin bu sözünü pek yerinde bulmuyoruz. Proust yeniden bulduğu geçmişiyle aynı anda yaşamaktadır. yumak halindeyken açılan, sonra yine sarılan zaman, onun yapıtında, Bergson'un Faulkner'ın kahramanları, hiç bir zaman yitip gitmeyen, hep gözlerinin önünde duran yapışkan geçmişleri içinde yaşamaktadırlar, o ünlü bellek-yaşamı'na benzemektedir, onun tarafından büyülenmiştirler. Dos Passos'un zamanı düzmece bir şimdiki zamandır, artık hiç bir şeyi saklayamayan, çürümüş bitmiş bir toplumsal bellektir. Welles'de, hattâ Kane'de çok geniş bir özgürlük vardır, onun için de, geleceklerinden vazgeçip bu kişiliksizliği kabul edemezler. Bir anlatı, açıklamak, dünyaya bir düzen getirmek zorunda olduğu için geçmiş zamanda verilir. Yurttaş Kane de - bir sürü anlatıdan kurulmuş bir anlatıdır, öyleyse geçmiş zamandadır. Ama bu anlatı sinema diliyle yapıldığı ve sonunda bir düzen getirmek zorunda kaldığı için, zaman zaman, hiç de çelişmeye düşmeden, şimdiki zamanda verilmektedir. Böylece Kane Özgürlüğünü elde etmekte ve bütün öykü (yalnız Kane'inki değil, filmin bütünü) gerçeklik kazanmaktadır. Gerçeklik ve yavuzluk. Çünkü Kane'in "giz"inin, gözden kaçan bu boyutun, Kane'e yaklaşmaya çalışan ve ona ayıracakları yer önceden belli olan kişilerin hiç ilgisini çekmemiş bulunması gerçekten çok anlamlıdır. Bilmecede eksik kalan parça, Kane'in özgürlüğüdür, ama sonra kızak gözümüzün önünde yanıp kül olmakta ve bize, Welles'in lütfuyla, sorunun anahtarını, bilmecenin eksik parçasını vermektedir: welles'in özgürlüğüdür bu.

Aşırı da olsalar, televizyon yazarı welles'in sözleri bize sinemacı welles'in köklü özgünlüğünü göstermektedir. "Televizyon dramatik bir anlatım aracı değildir, anlatısaldır, hattâ öyle ki, en iyi hikayeci odur. Ben öyküleri dramlara, sahne oyunlarına, romanlara yeğlerim." "En önemli şey anlatılandır, gösterilen değil. Sözcükler artık sinemanın düşmanı olmaktan çıkmıştır: film, sözcüklere yardım etmekten başka bir iş yapmaz çünkü televizyon, gerçekte, resimli radyodur."

welles, televizyonda da sürdürdüğünü açıkladığı sinemayla radyo arasındaki bu bireşimden yola çıkarak, ima ile görüntü arasında büyüyüp gelişmiş bir sanat olan sinema sanatının temel çelişmesini, anlatı-belge, geçmiş zaman-şimdiki zaman çatışmasını, kendine özgü bir biçimde çözmek üzere, yeniden yaşamış ve düşünmüştür. Sessiz film görüntülerle konuşuyordu. 1930'la 40 arasındaki sesli filmlerse yalnız sözlerle konuşuyordu. welles'le birlikte, ve welles'ten sonra, sinema hem görüntüyle, hem sözle konuşur olmuştur. Sözcükler artık sinemanın düşmanı değildir, ama onlar görüntüyü de bir kıyıya itmezler. Ve bu "resimli roman" bizi şaşırtmamalıdır: filim sözcüklere yardım etmekte, sözcükler de filme. "En önemli şey
anlatılandır, gösterilen değil." Ama ya anlatılan gösterilen'de varsa sözcüklerle ortaya konmuşsa? Gözle görülür kılınmışsa demiyorum, çünkü böyle bir sıfat, metnin bir şeyler betimlediği anlamına gelebilir. Metnin ortaya çıkardığı, var ettiği diyorum. Dram içerisinde, konuşulan dilin berisinde kalan sözcüksüz bir dil gibi gelişen, sessiz mimikli sinemaya karşılık, çağdaş sinema, dilin ötesine geçmek, sözcüklerin verdiğinden öte bir dil olmak istemektedir: roman ya da şiir. Ama önemli olan yine de konuşulan dildir. Görüntü, mimik aracılığıyla, sözü dilsizlik içinde dile getiriyordu. Bugünse, söylenen metnin arkasındaki görüntü, söze bir çokdeğerlilik, okunan bir metnin çokyüzlülüğünü kazandırmaktadır. Ve diyalektik olarak, görüntü, sözü hem yıkmakta, hem de desteklemektedir.

welles'in sineması, welles'deki doğa ve «karakter», kişilik ve inançlar çatışmasını dile getirmektedir. Kişilik anlatı'yı ortaya çıkarmaktadır: yazarın hiç bir zaman ortadan silinmediği, tam tersine, bütün gücüyle, bütün yetkisiyle boy gösterdiği, önermeden önermeye geçerek derdini anlatma biçimi, inançlarsa, kahramanlara belli bir özgürlük tanımaktadır. Kurgu, bunlar arasındaki diyalektik bağı yaratmakla yükümlüdür.

İşin asıl şaşırtıcı yanı şu ki. Yurttaş Kane 1946'da Fransa'da gösterildiği zaman yayımlanmış eleştirileri gözden geçirdiğimiz,- filmden yana çıkanlar da içinde olmak üzere, hemen - herkesin, bunun kısa ömürlü bir yapıt olduğunu, bir başlangıç noktası olmak ne demek, sadece, uzun bir geleneğin son halkası, garip bir üstün yeteneğin topluma mal edilemeyecek gelip geçici bir ışıltısı olduğunu düşündüğünü görüyoruz. Oysa bu eleştirmenlerin hepsi, gerek derin görüş alanı, gerek filmin-durgun ya da hareketli-uzun planlara bölünmesi eğilimi, gerekse deyiş içtenliği ve özgürlüğü yönünden Yurttaş Kane'e çok şey borçlu eski ya da yeni bir sürü film sayacaklardır; çünkü yazarın varlığı üslûbun ardında öylesine belirgindir ki, deyiş, onu yaratan insan olup çıkmıştır, ikisi de aynı değerdedir. Çok doğal bir oluşumla, biçimin kalıcılığı, kişiliğin, yani deyiş'in kalıcılığından önce kendini belli etti. Bu konuda Cocteau'nun sözlerini ödünç alabiliriz (o bu lâfları kübizmi açıklarken kullanıyordu): Bazin bölümsel sahnelerden söz etti, yaratıcılar bunu her yerde kullandılar. Ondan sonra, en iyileri, kurguyu ve kurgunun somut evren içinde soyutlama yetisini yeniden keşfettiler. Sırf görüsel açıdan da olsa bize anlatılan dram, gösteri ya da anlatı, adım adım çözdüğümüz bir yazı haline gelebildi. Yurttaş Kane'deki tutkuların bu sözcüğü bile bile kullanıyorum en gerçek mirasçısı, gelmiş geçmiş öykücülerin en büyüğü olan Jean-Luc Godard'dır derken yanıldığımı hiç sanmıyorum. Ve onun da, Shakespeare'den çok "güldürü ögeleri"yle uğraşması ne büyük kayıp...

barthelemy amengual
çeviren: bertan onaran
yeni sinema dergisi, ağustos - eylül - ekim 1968
sayfa: 23-24-25-26-27-28-29
https://www.arsivsozluk.com/d/47
Devamını okuyayım...
disco
0

fahriye abla

videosinema dergisi, şubat 1985 tarihli 8. sayısında, orhan barlas tarafından aşağıdaki incelemesi yapılan filmdir.

"hatırada kalan şey değişmez zamanla"
“Bu, afyon ruhu gibi baygın.. ”

İşler ne güzel gidiyordu! çetin tunca'nın başarılı renk-çizgi uyumu... Özdemiroğiu'nun konuya-şiire yatkın müziği, özdemir erdoğan'ın kısık, duyarlı, "yüzünü geçmiş günlere çevirmiş” sesi... Sonra, müjde ar'ın, Marilyn Monroe'ya inat, yüzde yüz yerli malı, hızlı yürüme çabaları, (bir bedenin psiko-anatomisi) koşmak isterken yerinde saymaları. Derken birden film de, bizler de bayır aşağıya yuvarlanmaya başladık. Yalnız "içerik” açısından olmadı bu; düpedüz anlatım da şaşkın, sarsak bir hâl aldı.

Fahriye Abla, bana kalırsa, öyle "büyük” parlak bir şiir değildir. Ordan burdan naylonlarının piyasaya sürülmesi, şiircil inceliği olan kimselerin yerli yersiz orda-burda okumaları Fahriye Abla'yı "hakettiği çizgiden de aşağıya” çekmiştir. Filmin başında, uzun süre yönetmen Turgul, gerek konusu gerek anlatımı ile, şiiri daraltmaz, ondan bir şeyler sıyırmaz, tam tersine onu çoğaltır, katlar. Kolay anlatımla, bir "üçlü” ileri sürülebilir: Gene bir ergenlik çağı özlemi, onun bakışı ile anlatım... Sonra (burasını çok beğenmiştim) Fahriye Abla'nın, sizin, bizim mahalleden etli kanlı biri oluşu. İlişkileri, bağları ile belli bir ortama akıllıca yerleştirilmesi. Sonra, Fahriye Abla'nın kişiliğinde kadının yüceltilmesi... Hani nerdeyse, filmdeki bütün erkekler hödük, budala, iki yüzlü, çıkarcı, dönek, ödlek'tirler. Bir yerde öteden öteye bir siyasal anlaştırmanın belirtileri, kokuları sezilmeye başlanır. Bütün bunlar, sokaklar, kahveler, hamamda kaynana adayının bakışı, içerde Müjde Ar'ın Aziz Nesin'i okurken gülmesi... tam kaynaşmışken birden her şey karman çorman olur, film sekerek yürümeye başlar, sanki gelecek programdan parçalar gösterilmekte ya da bir foto-roman dörtgenleri perdeye sıralanmaktadır (kulakların çınlasın atilla dorsay !) Filmlerde, özellikle de serüven, gerilim filmlerinde, tempo, anlatım ritmi değişmesi öteden beri başvurulan bir yöntem... İlkin bu yöntem Fahriye Abla'ya uygun düşmez. İkincisi, Alev Alev'de gene değineceğim, bu işi çok ustalıkla yapmak gerekir.

Fahriye Abla eşine az raslanır bir anlatım etkinliği ile başlayan, uzun sürebunu sürdüren, sonra birden şaşılacak bir hızla yaptıklarını geri alan bir film. Bir "düş kırıklığı” örneği. Bitişte çiçek tarhında sevinç taklaları atan sersem çocuk, filmdeki bütün güzel, değerli şeyleri (bilmem bilerek, bilmem bilmeyerek) kumdan bir evcik gibi bir tekmede yıkar, devirir. Bundan öte hesabı yönetmen Turgul ile senaryo yazarı Turgul aralarında görürler.

orhan barlas
videosinema dergisi, 8. sayı, şubat 1985 - sayfa: 15
https://www.arsivsozluk.com/d/46
Devamını okuyayım...
disco
0