300 spartalı

(bkz: 300)
disco
0

citizen kane

film hakkında, yeni sinema dergisi, ağustos - eylül - ekim 1968 tarihli sayısında, bertan onaran'ın çevirisiyle barthelemy amengual'ın aşağıdaki yazısı yer almıştır.

İşin harika yanı şu ki, welles'in filmi, varlığını, okuyucuyu her ne pahasına olursa olsun yaratılan bir yenilikle kendine bağlayan ve bu bağlılığı sürdürebilen heyecan basınının üslûbuna sadık kalarak, Amerikan dünyasına şaşırtıcı, unulmayacak bir yenilik, bir tazelik, bir keskinlik getirmektedir. Blöf, burada,
doğru yerine geçmektedir, çünkü o, gerçek bir evrenin. Amerikan dünyasının ve sanatçının doğru'sudur. Bu yüzden de, kimi zaman, sesli sinemayla ilk kez karşılaşıyormuşuz gibi bir duyguya kapılırız. Ve gerçekten de onu ilk kullanan welles'tir, film sesli bir gazeteden çok radyoya benzemektedir, özellikle, insan sesinden çok dünyasal gürültüleri andıran insan seslerinin vurgu, titreşim ve hız gibi nitelikleri. Alt kattan başlayıp kemerli üst kat koridoruna dek yükselen Susan'ın sesinin «serüveni», deyim yerindeyse, hem İnsanî ,hem de, sözcüğün en gerçek anlamıyla, nesnel açıdan sarsıcı bir güzellik ve sahiciliğe sahip bir "gösteri"dir. Yeryüzünde, konuşmaların bir müzik, ulusal bir müzik, bir halk müziği gibi kullanıldığı tek film, Yurttaş Kane'dir.

inquirer'ın yazıişleri odaları, toplantı odası, Xanadu'nun salonları, eskimiş, yılan gibi kavisli abajurlarla, sağa sola atılmış şişelerle dolu, (tıpkı okyanustan esen keskin kokulu yel, çöldeki ılık mı ılık rüzgâr gibi) insanda elle dokunuyormuşcasına bir duygu uyandıran çalışma odaları, Faulkner'ın Pylone adlı romanındaki kentte, bayram hazırlığı yapılan günlerde gördüğümüz gibi uzaysal bir kıpır
kıpırlık... Gerçi Yurttaş Kane'in dış sahnelerinde, daha sonraki eserlerde ortaya çıkacak uzaysal üçüncü boyut henüz yoktur, bununla birlikte, bu ilk filmin bütün iç sahnelerinde Truffaut dekorların hâlâ Hollywood koktuğuna parmak basmıştır - dış görünüşün ötesinde bir şeyler vardır, onlar, tıpkı sesli bir deniz kabuğunun bütün denizi özetleyişi gibi, koskoca bir evreni kendilerinde taşımaktadırlar.
Çözümsel oymacılığın açıklayıcı ya da dramatik yararcılığını bir yana bırakan Welles, sessiz sinemanın, kısa ya da uzun imgelerin derin ezgisine kavuşmuştur, ki aslında, bu imgeler de dünyadan birer parçadır, birer varlıktır. Karşımıza çıkan şey yine bir bilmecedir, ama bu, bilgisizliğimiz ve yeniliğimizden ötürü, o sonsuz karmaşıklığıyla dünyanın kendisidir.

Baudelaire'den bu yana, ömrün sonuna dek sürdürülen çocukluk diye tanımlanan üstün yeteneklilik süzgecinden geçmiş bu bakış ve duyuş yeniliği, welles'in kişiliğindeki sahici çocuksuluğa bağlanabilir. (Bazin, onunla ilgili ünlü kitabında Harika çocuk, çocuksu bir dâhi haline geldi demektedir.) Ama Welles, bu yeniliği bu el değmemişliği bir düzen içinde sürdürür. Bu konudaki fikirlerini açık seçik ortaya koymuştur. Donkişot'u için şunları söyler:

"Bu öykünün, gerçekten içimden geldiği gibi çalışırsam, çok daha taze ve ilginç olacağından emindim; nitekim öyle oldu." Kötülük Sonsuzluğu için de şöyle der: "18.5'u yeğlemem; ille de içimden geldiği gibi çalışmak istemem. ( . . . ) Daha önce bakılmamış açılardan bakıyorum. Bu türlü görüntülerden bıkacak kadar çok görmedim henüz. Onun için, bu ışın sapmasına yepyeni bir gözle bakabilirim. Bu, benimle 18,5 arasında büyük bir yakınlık var demek değil, yalnızca, bakışın yeniliğinden gelen bir şey."

Bakıştaki bu yenilik, tazelik ve yoğunluk'tan yola çıktınız mı, Welles'in üslubunda dışavurumculuk dedikleri şeyi yakalamak kolaylaşır. Kane, çevrenin ve dekorun gerçekdışılığı ya da düşselliğiyle; kişilerin karmakarışık belirsizliğiyle; herhangi bir Okul'a bağlı olmanın doğurduğu, karanlık bölümlerin ortadan kaldırılması diye anlaşılan bir şiirsel görüşle, dünyanın hissedilir bir biçimde yeniden düzene sokulmasıyla büyülemiyor seyirciyi. O, her şeyden önce, bakış açılarının seçimi'ndeki sağlamlıkla kavrıyor bizi - ki bu sağlamlığa, kurgu da katkıda bulunmaktadır. Filmin, ilk Alman sinemasından çok Sovyet sinemasını hatırlatması da işte bundandır. Pek haklı olarak, bu bakımdan Welles'i Ayzenştayn'a benzettiler. Tisse'ye benzetseler daha yerinde olurdu. Ama pek ender olarak bu yakınlığın ötesine geçildi, bu da, Welles'te belli bir gerçekçilik isteği bulunduğunu öne sürmemize yardım etmektedir. "Kameranın oynaklığı, küçük odaklı mercekler, gözle görülen dünyayı o ana dek görülmemiş, şaşırtıcı bin bir açıdan göstermeye izin verdi. Planlar, son derece kestirme yollardan, açıklıkla koyuluğun güçlü birleşimleriyle verilir oldu." Bu sözler, 1923-24 yıllarının tarihçesini yazan A. Golovnia'nındır.

Bunun için, tıpkı Ayzenştayn'a yapıldığı gibi, Welles'i de merceklerinin önüne nesnelerin biçimini bozan bir cam yerleştirmekle suçlamak, bizce haklı değildir. (Biçim bozuculuk onların merceğinden gelmektedir.) İkisi gerçeği değiştirip salt görme duygusu düzeyine indirmektedirler elbet; yani onu yüceltmektedirler. Yeni bir gerçek yaratmamaktadırlar. Ayrıca, bu geçici dengede, gerçekçiliğin düş kırıcı ikizliği büyük bir yer kaplamaktadır. Gerçek, karşımıza, günlük yaşamın kendiliğinden ortaya koyduğu görünüşte çıkmaz. O, aynı zamanda, olağandışılık ya da yalnızca yoğunluk içinde (Ayzenştayn buna "coşku" diyor) yaşarken yakaladığımız görünüştedir. Üstelik şunu da unutmamak gerekir ki, Sovyetler sineması, yaşanan her günün bir bayram olduğu, her davranışın devrimci bir nitelik taşıdığı, olağandışının kural biçimini aldığı
bir yaşam yaratma ereğini gütmekteydi. Ama Ruslar, bu yeni bakışlı sinemayı, sessiz günlük olaylardan, haber toplarken edindikleri yaşantıdan yola çıkarak, açıkhava'da geliştirdiler. Welles ise onu (üstü kapalı) iç sahneler'de, aralıksız sürüp giden bir ikili konuşmanın temel boyutlarından birini oluşturduğu
birtakım sesli bakış açıları örgüsü içinde canlandırmaktadır. 1946 yılında eleştirmenlerin Yurttaş Kane'i çözümlerken ne büyük zorluğa düştüklerini hatırladıkça insanın gülesi geliyor, gerçekte, o günlerin sinema eleştirisi, bu filmi dinlemeye dayanamayacak durumdaydı genel olarak. Cahiers du Cinéma dergisinin, Welles'i, çağdaş sinemanın ağababası sayması çok yerindedir. Bresson'dan on, Antonioni'den on beş, Resnais ve "edebî" filmden yirmi yıl önce, Welles, diyalektik olarak, sözlü sinemayı sözsüze dönüştürmeye uğraşıyordu. Yani, ses şeridiyle açıklama, söyleme ve anlatma görevinden kurtulan görüntü, abartılmış ima, yoğunluk ve saydamsızlık gibi araçlarla yine o eski açınlama büyüleme ya da göz kamaştırma gücüne kavuşuyordu. Bardèche'in, doğru'nun hemen yakınından geçerek, bu devrimin anahtar'ını vermiş olması epey hoştur doğrusu: "Bu türü filmler, bize, konuşmanın elbirliğiyle lanetleneceği günlerin yaklaştığını göstermektedir."

Demek ki. Yurttaş Kane'in ve Welles'in barokçuluğu. Dışavurumculuk gibi, fizikötesi bir "weltanschauung"dan çok, siyasal bir var olma karşı çıkma isteği halinde kendini belli etmektedir. mario nuzzo, Welles'i büyük kaçaklar, eski kuşağın başkaldıran çocukları arasına katıp, Avrupa için çok ilkel, Amerika için de üstün yetenekli, Avrupa'cılık hastalığına tutulmuş bir züppe diye niteleyebilir ve eline, aynı kavga için, aynı silâhları verebilir. Bizse onun kötü beğeniyi göklere çıkarışında, barokçuluğunda, öncelikle, dünyaya yöneltilmiş bir savaş, ulusunun bir türlü kafasından atamadığı o ilkelcilik'e gösterilen bir tepki görmek zorundayız.

bakış ve görüntü

Bakış teması, Yurttaş Kane'in hakim olan öğedir; ayrıca, ikili çekim yardımcı teması, görüntüye, yansıya dayanan bir uygarlığın ayrılmaz niteliklerine, yani kişilerin gösterişçi ve kendi kendilerine hayran insanlar oluşlarına parmak basmaktadır. Aynalı odalar; aynı olayın hem "nesnel", hem de "öznel" açıdan verilişi, olaya karışan kişinin, başkalarını seyrederken seyredilişi, kendini bir şeyler götürürken görüşü, kendisi için varlığı'nın, aynı anda, başkası-için varlık oluşu; kimsenin varlığı olmayış. Tanrısal bakış açısı, fotoğrafın bulunuşundan beri, "ben"i "biz"le aynı çizgiye getiren, hem kendisi-için varlık'ı, hem de başkası-için varlık'ı yaratmakta olan kameranın bakış açısı; falcı merceğine benzeyen Rosebud küresi; dürbünün tersinden seyrediliyormuş gibi verilen upuzun piknik kervanı; renkli bir camın üstündeki göze uydurulan gözün bir dizi görüntüyle verilişi (burda dekor, içinde yaşayanları gözleyip yargılamaktadır); Xanadu'ya pencereden, El-Rancho'da, Susan'ın çalışma odasına, damdaki camlı bölmeden, "teleskobik" girişçıkışlar...

El-Rancho'nun damındaki ikili travelling'e ucuz diyenler çoktur. Oysa bu, basının, insanların vicdanına, en gizli yaşamına el uzatışının somut görüntüsü değil midir? ve Yurttaş Kane de bunun canlı örneği ve yadsınması olmak istemiyor mu? Hiç durmadan tekrarlanan o saat imgesi, önce annesi gibi şarkıcı olmak isteyen, oysa şimdi bir gece kulübü işleten Susan dahil. Amerikan kültürünün o hale getirdiği bütün kişilerin, önce saptanan, sonra resimlerle verilen, gözümüzün önüne serilen yaşamının canlı simgesi değil mi?

Renkli cama uydurulan göz örneğiyle, Sartre'ın "tekrarlı bölümler" adını verdiği sahnelere bakarak, welles'in filmindeki en sarsıcı yanı bulma denemesine girişebiliriz belki. Tokatlanan, aşağılanan ve buna başkaldıran Susan'ın gözünü dekorun soyut gözüne uyduruşunu gösteren zincirleme sahnede, görüntülerdeki görevlerle güçlerin sayısız olduğunu hissediyoruz. Sırf şu yer değiştirme (piknik çadırından şatonun içine geçiş) sahnesindeki o - giz dolu - az sözle çok şey anlatma ustalığını ele alırsak, bu bölümde cansız varlıkla yarı canlı varlık arasındaki o garip özümleme, o insansız dekorla insanlıktan uzaklaşmış kadında birdenbire ortaya çıkan görkemli tinsellik (aslında ne birini, ne de öbürünü görürüz), bakışın saldırganlığı, ben, biz ve hiç kimse - bize hiç konuşmadan bir şeyler söylemekte, göstermeden bir şeyler göstermektedir. Sinema, burada, yazı'ya dönüşmektedir. Sözcüklerse görüntüdür, nesnelerin görüntüsüdür. Ve nasıl her cümle kendisini oluşturan sözcüklerin ötesinde bir şeyse, görüntülerin anlattığı da görüntünün kendisinden fazla bir şeydir. Artık hiç bir sesi dinlemeyiz. Hiç bir şeyi görmeyiz. Okuruz. Okuyucunun sözcükleri canlandırışı gibi, bizde görüntüleri canlandırırız; onlara birer imlem yakıştırırız. Böylece kurgu, kısa planları ardarda getirerek, oymacılığın sürekliliğini de bozmadan, belirsizlik, küçük parçaların çoğul zenginliği ve şiirsel izlenime özgü karanlık bırakış yardımıyla, filme yepyeni bir anlam ve imlem gücü kazandırır. Burada anlatı isterseniz anlatı değil de, hatırlatma diyelim tıpkı romanlardaki düzyazıda olduğu gibi, hem anlatıdır, hem de olaydır, dramdır.

Welles'in ilkin, Kane'in aile yaşamının önüne geçilmez çöküşünü, ikinci olarak da, Susan'ın, intihara dek varan sahne "yaşamı"nı çizerken kullandığı "tekrarlı sahnelere" gelince, bu yöntem de, sanıldığından çok daha yeni ve zengindir. Sartre, bir alışkanlığı ya da bir tekrarı dile getiren di'li geçmiş zamanın dengidir diyerek, bu yöntemin gerçek değerini göstermiştir. Yurttaş Kane'de, (anlatım) eylemin bir parçasıdır, eylemin kendisidir; anlatının ana örgüsü odur. Anlatan şöyle demektedir sanki: "Adam onu her yerde şarkı söylemeye zorluyordu; kadın bundan bıkıp usanmıştı; bir gün adama açılmaya niyetlendi..." Ama bununla alışılmış sinema dilinden uzaklaşmış olmuyoruz, yalnız, Welles, şimdiki zamanın yerine di'li geçmiş zamanı koyuyor.

Lirik iç döküş bir yana - ki bu iş, La Roue'da (Tekerlek) rayların şarkısı ile başlayıp, sessiz Sovyet sinemasının bütün "ilâhi"lerinde devam etmiştir -, böyle bir kurgu, genellikle, ancak iki erek için kullanılmaktaydı: ya bir kavram'ın yerini tutmak için, ve burada görüntü sözcükleri, tarihleri, bir metni görüntülemektedir. (bir takvimin yaprakları teker teker düşer, bir görünüm ya da bir yapının görünüşü değişir, gazete başlıkları birbirini izler falan); ya da, atılacak bazı bölümlerin özeti çıkarılarak, bir anlatıyı ölü ya da işe yaramaz sayılan anlarından temizlemek için. Her iki durumda da, hep yarar peşinde koşan biçim, özden önce gelmekteydi. Kane'de ise, özle biçim ayrılmamacasına birbirinin içindedir. Welles anlatım biçimini değiştirmekte, ama yine aynı öyküyü anlatmaktadır, öykünün özü, dolayısıyla ilgimiz, olduğu gibi kalmaktadır. Bu filmdeki kurgu bize bir bilgi değil, sürekli bir oluş halinde bulunmayan, kopuk kopuk bir gerçeklik verir. Bu parçacıklar hiç bir zaman menteşe gibi birbirlerine kenetlenmemiştir, ama filmin geri kalan yanından ayrı da değildirler Tıpkı bölümsel sahnelerin gerçek zaman içerisinde yer alışı gibi, onlar da film'dirler. Ayrıca şunu da belirtelim ki, yapıtın türü yani bir sürü anlatıdan kurulu anlatı türü-, böylesine doğal bir uyuma aykırı değildir. Ve filmin o olağanüstü yoğunluğu da işte buradan gelmektedir: gerek bir anlatı, gerek bir haber yazısı olarak, film, belge niteliğini korumaktadır.

Yurttaş Kane'i Geçmiş Zaman Ardında'nın sinemasal örneği, ve filmdeki ünlü cam küreyi de romandaki en az onun kadar ünlü Madeleine çöreği haline getirmek için bir sürü insan olanca zekâ ve saflığıyla çalışmıştır. Oysa, şekerli çöreğin, Guermantes'ların bahçesindeki takuş tukuş taşların ya da Vinteuil'ün o küçücük cümlesinin, Proust'un temel taşını meydana getirdiği ve ordan yola çıkaran kendini insan ve yazar olarak kurtaracağı son derece özel bir iç yaşantının (tecrübenin) başlangıç noktası olmasına karşılık, Welles'in filminde Kane'in geçmişinin incelenmesi onun tüm dışındadır ve ancak Kane'i tanımış olanların «geçmiş zamanı»m kapsamaktadır, ve cam küre, Proust'taki gibi, bir başlangıç değil, yalnızca bayağı bir anı-nesne'dir, ki bu ayrım, aslında, çok önemlidir tabiî. O, Kane'e geçmişinin anahtarını vermemekte, bu geçmişin bütününe yeniden sahip olmasını sağlamamakta, rosebud'u yeniden keşfettiği zaman, gözlerini kamaştırıp ya da umutsuzluğa düşürerek, Kane'i kendinden geçirmemektedir. Bu cam küre, onu ölüm saatıyla yüz yüze getirebilecek, onu o müthiş yalnızlığından kurtarabilecek biricik tanık, biricik duygusal gerçekliktir.

Melodramlardaki "anamın haçı"dır bu cam küre, goriot baba'nın, iki kızından uzakta can verdiğini gördüğü an istediği örgülü saça takılan zincirle madalyadır. Bilinçli bir yoksunluğun simgesi olarak, Kane onu uzun süredir büyük bir kıskançlıkla saklamaktadır; ama ne kadardır bu süre? Susan gittikten sonra, odayı kırıp geçirirken ona dokunmamıştır. Rosebud sözcüğünü daha önce de söylemiş, ve bu lâf sinirlerini yatıştırmıştır. Belki de aslında çocukluğuyla hiç bir ilgisi yoktur, ve belki de Kane, günün birinde, ona böyle bir ilgi yakıştırmıştır. Her neyse işte, spor kızağı da Xanadu'daki mobilyalar arasında yatmaktadır, oysa bu akıl alacak şey değildir. Bununla birlikte, kızakla cam küre Kane'in çocukluğundan başka bir şeye bağlı olabileceği için, ruhsal çözümleme yoluyla bir açıklamaya, bir doğrulamaya girişmek istemesek bile, araştırmayı bulguya yeğleyen Kane'in saçma bir yaratık olduğunu kolayca kabul edebiliriz. Bunu yapınca da, "Proust'çu" açıklamadan alabildiğine uzaklaşmış oluruz.

Yurttaş Kane'in sanatını dos passos'unkine benzetmek isteyenler de çıktı. Bu karşılaştırma pek de boş değildir. Ancak onu aşmak söz konusudur bu yapıtta. Gerçekten de, Welles, örneğin Dos Passos'un kullandığı o toplu bakış açısını bilinçli olarak yadsımak ister gibidir. Sartre ne de güzel söylemiştir: "Bir yaşamı Amerikan gazetecilik tekniğiyle anlatmak, onu, Salzbourg dalı gibi toplumsal bir gerçek haline getirmeye yeter. Dos Passos'un insanı, hem içe, hem dışa dönük, melez bir varlıktır. Onunla birlikte, onun içindeyizdir, onun sallantılı bireysel bilincinde yaşarız, ama birden bu bilinç direnmekten vazgeçer, zayıflar, toplumsal bilinç içinde eriyip gider. Oysa Yurttaş Kane'in amacı, toplumsal bilincin hiç bir zaman bir bireyi özetleyemeyeceğini göstermek, ve son derece bütüncü toplumsal bir yapı tarafından ta özünden bozulmuş da olsa, azıcık değerli bir insanın hemen sürüden ayrıldığım, göze battığını ima etmek değil midir?

Onun için, "Yurttaş Kane'deki, şurada ileri atılışlarla daraltılan, ötede derin geriye dönüşlerle çekilip uzatılan zaman, tıpkı Proust'un yapıtında olduğu gibi, başlıca dramatik öğedir" diyen Jacques Bourgeois'nin bu sözünü pek yerinde bulmuyoruz. Proust yeniden bulduğu geçmişiyle aynı anda yaşamaktadır. yumak halindeyken açılan, sonra yine sarılan zaman, onun yapıtında, Bergson'un Faulkner'ın kahramanları, hiç bir zaman yitip gitmeyen, hep gözlerinin önünde duran yapışkan geçmişleri içinde yaşamaktadırlar, o ünlü bellek-yaşamı'na benzemektedir, onun tarafından büyülenmiştirler. Dos Passos'un zamanı düzmece bir şimdiki zamandır, artık hiç bir şeyi saklayamayan, çürümüş bitmiş bir toplumsal bellektir. Welles'de, hattâ Kane'de çok geniş bir özgürlük vardır, onun için de, geleceklerinden vazgeçip bu kişiliksizliği kabul edemezler. Bir anlatı, açıklamak, dünyaya bir düzen getirmek zorunda olduğu için geçmiş zamanda verilir. Yurttaş Kane de - bir sürü anlatıdan kurulmuş bir anlatıdır, öyleyse geçmiş zamandadır. Ama bu anlatı sinema diliyle yapıldığı ve sonunda bir düzen getirmek zorunda kaldığı için, zaman zaman, hiç de çelişmeye düşmeden, şimdiki zamanda verilmektedir. Böylece Kane Özgürlüğünü elde etmekte ve bütün öykü (yalnız Kane'inki değil, filmin bütünü) gerçeklik kazanmaktadır. Gerçeklik ve yavuzluk. Çünkü Kane'in "giz"inin, gözden kaçan bu boyutun, Kane'e yaklaşmaya çalışan ve ona ayıracakları yer önceden belli olan kişilerin hiç ilgisini çekmemiş bulunması gerçekten çok anlamlıdır. Bilmecede eksik kalan parça, Kane'in özgürlüğüdür, ama sonra kızak gözümüzün önünde yanıp kül olmakta ve bize, Welles'in lütfuyla, sorunun anahtarını, bilmecenin eksik parçasını vermektedir: welles'in özgürlüğüdür bu.

Aşırı da olsalar, televizyon yazarı welles'in sözleri bize sinemacı welles'in köklü özgünlüğünü göstermektedir. "Televizyon dramatik bir anlatım aracı değildir, anlatısaldır, hattâ öyle ki, en iyi hikayeci odur. Ben öyküleri dramlara, sahne oyunlarına, romanlara yeğlerim." "En önemli şey anlatılandır, gösterilen değil. Sözcükler artık sinemanın düşmanı olmaktan çıkmıştır: film, sözcüklere yardım etmekten başka bir iş yapmaz çünkü televizyon, gerçekte, resimli radyodur."

welles, televizyonda da sürdürdüğünü açıkladığı sinemayla radyo arasındaki bu bireşimden yola çıkarak, ima ile görüntü arasında büyüyüp gelişmiş bir sanat olan sinema sanatının temel çelişmesini, anlatı-belge, geçmiş zaman-şimdiki zaman çatışmasını, kendine özgü bir biçimde çözmek üzere, yeniden yaşamış ve düşünmüştür. Sessiz film görüntülerle konuşuyordu. 1930'la 40 arasındaki sesli filmlerse yalnız sözlerle konuşuyordu. welles'le birlikte, ve welles'ten sonra, sinema hem görüntüyle, hem sözle konuşur olmuştur. Sözcükler artık sinemanın düşmanı değildir, ama onlar görüntüyü de bir kıyıya itmezler. Ve bu "resimli roman" bizi şaşırtmamalıdır: filim sözcüklere yardım etmekte, sözcükler de filme. "En önemli şey
anlatılandır, gösterilen değil." Ama ya anlatılan gösterilen'de varsa sözcüklerle ortaya konmuşsa? Gözle görülür kılınmışsa demiyorum, çünkü böyle bir sıfat, metnin bir şeyler betimlediği anlamına gelebilir. Metnin ortaya çıkardığı, var ettiği diyorum. Dram içerisinde, konuşulan dilin berisinde kalan sözcüksüz bir dil gibi gelişen, sessiz mimikli sinemaya karşılık, çağdaş sinema, dilin ötesine geçmek, sözcüklerin verdiğinden öte bir dil olmak istemektedir: roman ya da şiir. Ama önemli olan yine de konuşulan dildir. Görüntü, mimik aracılığıyla, sözü dilsizlik içinde dile getiriyordu. Bugünse, söylenen metnin arkasındaki görüntü, söze bir çokdeğerlilik, okunan bir metnin çokyüzlülüğünü kazandırmaktadır. Ve diyalektik olarak, görüntü, sözü hem yıkmakta, hem de desteklemektedir.

welles'in sineması, welles'deki doğa ve «karakter», kişilik ve inançlar çatışmasını dile getirmektedir. Kişilik anlatı'yı ortaya çıkarmaktadır: yazarın hiç bir zaman ortadan silinmediği, tam tersine, bütün gücüyle, bütün yetkisiyle boy gösterdiği, önermeden önermeye geçerek derdini anlatma biçimi, inançlarsa, kahramanlara belli bir özgürlük tanımaktadır. Kurgu, bunlar arasındaki diyalektik bağı yaratmakla yükümlüdür.

İşin asıl şaşırtıcı yanı şu ki. Yurttaş Kane 1946'da Fransa'da gösterildiği zaman yayımlanmış eleştirileri gözden geçirdiğimiz,- filmden yana çıkanlar da içinde olmak üzere, hemen - herkesin, bunun kısa ömürlü bir yapıt olduğunu, bir başlangıç noktası olmak ne demek, sadece, uzun bir geleneğin son halkası, garip bir üstün yeteneğin topluma mal edilemeyecek gelip geçici bir ışıltısı olduğunu düşündüğünü görüyoruz. Oysa bu eleştirmenlerin hepsi, gerek derin görüş alanı, gerek filmin-durgun ya da hareketli-uzun planlara bölünmesi eğilimi, gerekse deyiş içtenliği ve özgürlüğü yönünden Yurttaş Kane'e çok şey borçlu eski ya da yeni bir sürü film sayacaklardır; çünkü yazarın varlığı üslûbun ardında öylesine belirgindir ki, deyiş, onu yaratan insan olup çıkmıştır, ikisi de aynı değerdedir. Çok doğal bir oluşumla, biçimin kalıcılığı, kişiliğin, yani deyiş'in kalıcılığından önce kendini belli etti. Bu konuda Cocteau'nun sözlerini ödünç alabiliriz (o bu lâfları kübizmi açıklarken kullanıyordu): Bazin bölümsel sahnelerden söz etti, yaratıcılar bunu her yerde kullandılar. Ondan sonra, en iyileri, kurguyu ve kurgunun somut evren içinde soyutlama yetisini yeniden keşfettiler. Sırf görüsel açıdan da olsa bize anlatılan dram, gösteri ya da anlatı, adım adım çözdüğümüz bir yazı haline gelebildi. Yurttaş Kane'deki tutkuların bu sözcüğü bile bile kullanıyorum en gerçek mirasçısı, gelmiş geçmiş öykücülerin en büyüğü olan Jean-Luc Godard'dır derken yanıldığımı hiç sanmıyorum. Ve onun da, Shakespeare'den çok "güldürü ögeleri"yle uğraşması ne büyük kayıp...

barthelemy amengual
çeviren: bertan onaran
yeni sinema dergisi, ağustos - eylül - ekim 1968
sayfa: 23-24-25-26-27-28-29
https://www.arsivsozluk.com/d/47
Devamını okuyayım...
disco
0

yonca evcimik

1993 yılında free dergisine röportaj vermiştir.

- yonca merhaba. bize yeni kasetinden söz eder misin?

kasetimin adı "kendine gel". kendine gel aynı zamanda kasetin açılış parçası ve izleyeceğiniz ilk klip. dinamik bir müzik, süper sözler. öncekine göre daha batı işi, daha pop. bizden motifler yine var ama o kadar ön planda değil.

- yapımcın şahin özer. peki müzik yönetmenin yine garo mafyan mı?

aslında başlangıçta garo da bizimleydi. ancak elinde, bizden önce aldığı işler olduğu için daha sonra çalışamadık. kaseti aykut gürel ile gerçekleştirdik.

- dansçı'da o sıralar black box'ın yeniden listelere soktuğu earth, wind & fire'ın ünlü klasiği "fantasy"i aysel gürel'in yazdığı sözlerle türkçe olarak seslendirmiştin.: yalancı bahar. bu çalışmanda da günün sevilen parçalarının türkçe yorumları olacak mı?

hayır. bu kasetimde tamamen türk besteci ve söz yazarları ile çalıştım. parçaların hepsi bu kaset için özel olarak hazırlandı.

- bize "kendine gel" i tanıtır mısın?

* kendine gel (haddini bil)
söz ve müzik: şehrazat

bizde single olmamasına rağmen buna ilk single'ım diyebilirim. bu kasetim için batılı anlamda çok profesyonelce çalıştık. kaset kapağında, poster'larda, bilboard'larda ve kendine gel'in kliplerinde hep görsel bir tutarlılık var. tam bir reklam anlayışı ile hazırladık. yani kaset kapağında, poster veya bilboardlar'da göreceğiniz tipleme ve imajlar klipte de yer alıyor.

* l.o.t.d. (trışkadan nağmeler)
söz: zeynep talu
müzik: aykut gürel

saksafon intro ile başlayan mükemmel bir parça. küçük şeyler yapıp da büyük işler yaptığını sananlar ve meydanı boş bulunca yüksek atanlar ile dalga geçiliyor. tiplemeleri klipte tek tek canlandırıyorum. (l.o.t.d.= laf olsun torba dolsun).

* henüz çok gencim
söz ve müzik: şehrazat

kasetin iddialı iki slow parçasından biri. altyapı pop, üstyapı bizden, yumuşak bir ney parçayı işliyor. köklü, derin bir ilişkiye hazır olmayan bir genç kızı anlatıyor. bu klip'te her zamankinden farklı giyindim; saks mavisi bir tualet ama tek kolu ve tek bacağı yırtık bu tualetin ve yırtıklardan file görünüyor, kolumda da bir döğme: ben efendi giyinirsem ancak bu kadar olur. arka planda öyküyü oynayan iki genç rol aldı. bunlardan biri karambol ve haberin olsun'un bestecisi ve söz yazarı mustafa sandal.

* çok alemsin
söz ve müzik: şehrazat

sözler alaturka görünse de tam bir techno "cut". parçadaki kanun ile güzel bir sentezi yakaladık, sanıyorum. klibini galata köprüsü'nde çektik (yeni köprü değil), bilgisayar harikası görüntülerle bezedik.

* haberin olsun
söz: mustafa sandal
müzik: mahmut tezcan

karambol ile birlikte kasetin en amerikalı parçası. curtis schwartz'ın düzenlediği parçanın klibi ise eski bir garajda çekildi. büyük bölümü siyah & beyaz olan klip finalinde yağmur sahnesi ile renkleniyor.

*karambol
söz ve müzik: mustafa sandal

hit olacağına inandığım diğer bir parçam. hem aşk ilişkilerindeki hem de yaşantımızdaki karambolleri anlatıyor. bağdat caddesi ve extcay'de çekilen klipte punk'lar, travestiler, yaşlılar, motosikletliler, şarapçılar oynadı.

* bırak ellerimi
söz: seden gürel
müzik: aykut gürel

batılı anlamda çalıştık demiştim ya işte bu bağlamda remix'lerde yapacağız. klibini remix'ine sakladığım bir çalışma bırak ellerimi.

* gözümle gördüm
söz ve müzik: şehrazat

meyve veren ağacı taşlıyorlar. kimileri "dansçı"da yok şarkı söylemeyi bilmiyor, yok yeteneksiz dediler. kasetimin diğer slow'u. teknik açıdan zor bir parça. bundan sonra konuşsunlar da görelim.

*in & out
söz: şehrazat
müzik: selçuk ve uğur başar

"in & out" "in" oldu biz de bunu işledik. klipte bu olguyu "maganda", "entel", "artiz (star)", "estetik meraklısı" ve "abone (yonca)" tiplemeleri ile ele aldık.

* durum kötü
söz ve müzik: adnan ergil

süper bir parça. durum kötü: bak millet çıktı aya, biz kaldık yaya! daha ne diyim.

- geçen yıl yırtık jean'ler, body'ler ve şortlar giymiş, iri gümüş takılar takmıştın. seni bu yıl nasıl göreceğiz?

bunun yanıtını kaset kapağımda göreceksiniz. body'im, zımbalı ipkinim, önünde ad yazan, test taktığım kepim ve daha da irileşmiş dişi sembolü kolyem boş tartışmalara neden olabilir. görüntümü 93'e uygun olarak değiştirdim: çocuksu fakat daha azgın. bütün sorumluluğu makyajda eti motola, saçlarda zeki doğrulu ve fotoğrafta taner yılmaz'a bıraktım.

- kostümlerini kim hazırlıyor? kostüm danışmanın var mı?

kostümlerimin tasarımı ve seçimi büyük ölçüde bana ait. örneğin kaset kapağı ve bilboard'dakiler. bir kısmını ise zeynep tunuslu ile birlikte hazırladık. ilk çalışmam çeşitli maddi sıkıntılarla gerçekleşmişti ve her istediğimi yapamamıştım. "kendine gel"de ise sevgili şahin özer'in de katkıları ile dört dörtlük bir sonuç elde ettik. sizler de beğeneceksiniz.

teşekkürler.

free dergisi - ocak 1993 - sayı: 1
sayfa: 20-21

https://www.arsivsozluk.com/d/17
Devamını okuyayım...
disco
0

dbase ii

1977 yılında wayne ratliff veri yönetimi ve enformasyon elde edilmesi konuları üzerinde Jet Propulsion Laboratuvarında çalışmalar yapıyordu. Bu program, ilk olarak büyük sistemler için yazıldıysa da, birkaç sene içinde Ratliff tarafından kişisel bilgisayarlara uyarlandırılıp, geliştirildi. 1979’da Vulcan adını verdiği bu programı byte Dergisi’nde yayınladı. 1980’de george tate ve george lashlee tarafından hakları satın alınıp, ismi dBase ii olarak değiştirildi. Daha sonra, programın pazarlanabilmesi için Ashton-Tate firmasıyla anlaşmaya varılınca, kısa bir sürede mikrobilgisayar dünyasındaki lider veri tabanı yönetimi programı durumuna geldi. İsmi dBASE ii olmasına karşın daha önce dBASE i versiyonu asla yaratılmamıştı.

bilgisayar ansiklopedisi - 1991 - milliyet
sayfa: 33

https://www.arsivsozluk.com/d/11
Devamını okuyayım...
disco
0

final fantasy vii

oyun hakkında, cdoyun dergisi'nin mart 1998 tarihli 10. sayısında, aşağıdaki yazı yayımlanmıştır.

Dikkat! Final Fantasy VII PC’nize geliyor. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!

Eğer FF VII’yi daha önce duyduysanız -ki duymamanıza ihtimal vermiyoruz-, bunun gelmiş geçmiş en çok satan PlayStation oyunu olduğunu da biliyorsunuz demektir. Tam Olarak oyunun 3.2 milyon kopyası satılmış durumda. Eğer bunun FF serisinin yedincisi olan bir ürün için çok fazla olduğunu düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. FF VII çok çekici bir öyküye, kusursuz görüntülere ve amansız
dövüş sahnelerine sahip bir savaş sistemi.

KİMLERİN ESERİ?

Acaba bu süper oyunu hard disklerimize kazandıran kimler? Yanıt. Square Co. Ltd. oyunlarının Kuzey Amerika'da yayımlanıp pazarlanmasından da sorumlu olan Squaresoft ekibi. Daha önce Square’i hiç duymayanlarınız olabilir, ama bu şirketin başarısı üzerine çok konuşulduğunu duyarsanız, sakın abartma olduğunu düşünmeyin. FF VII'yi pc 'ler için “tercüme eden” şirket işte squaresoft. Orijinalinin yalnızca playstation için geliştirildiğini düşünürsek, bu hiç de kolay bir iş değil. Kodların dolaysız taşıma işlemine yönelik olmaması da başka bir sorun.

Yeniden kodlama işlemi bir yıl kadar önce başladı ve işlemde, orijinal Japon ekibinin yardımlarına da başvuruldu. FF VII gerçekten de büyük bir oyun. PlayStation uyarlaması bile 3 CD'lik olduğuna göre, gerisini artık siz düşünün. Dahası tam 60 dakikalık videoya da yer veriliyor. Bu bir ekstradan çok, oyunun tümleşik bir bileşeni görünümünde.

GERÇEKLİK VE ŞOK

Oyun dünyasının FF VII'ye yaklaşımını daha iyi kavrayabilmek için, belki de öncelikle oyuncuların değişen zevklerini incelemekte yarar var.

Squaresoft ürün geliştirme bölümünün başkan yardımcısı randy fujimoto 'ya göre, günümüzde oyuncular oynadıkları şeyin ne olduğu ile eskisinden çok daha fazla ilgileniyorlar: "Bu nedenle oyuncuların gereksinimlerini karşılamak için, geliştirme işleminin her aşaması gerçekten de kusursuz olmalı”.

Oyunun ilginç karakterlerine bir göz atalım şimdi: sarı saçlı ve büyük silahlı cloud strife, bar hostesive Cloud Strife'ın yardımcısı tifa lockhart, enigmatik büyücü ve çiçek satıcısı Aeris Gainsborough, Mr. T'ye benzeyen Garret Wallace ve diğer birkaç ilginç dost. Square'in oyuncuları karakterlerle bütünleştirmedeki başarısının altında yatan iki önemli neden var: Geniş kapsamlı ekolojik felaket ve birbiriyle ilişkiler kuran karakterler. İlişki derken daha çok, Cloud, Tifa ve Aeris arasındaki bir aşk üçgenini kastediyoruz. Square yazılım mühendislerinden son ton , oyunun biraz yaşlı kitleleri hedeflediğini kabul ediyor. Gerçekten de bu yetişkinlere yönelik Yaklaşımın oyunun satışını ne ölçüde etkileyeceği bir merak konusu.

Karakterlerin ilginç yönlerine güzel bir örnek olarak, Garret verilebilir. Çoğu zaman B.A. Baracus özelliklerini karşısındakine yansıtan bu iri dostumuz, aynı zamanda megaloman Shinra'nın planlarını saf dışı bırakmak üzere savaşan Avalanche direniş gücünün de lideri konumunda. Japon'lara göre Garret'taki A-Team esintileri bilinçli olarak tasarlanmamış.

GÖRSELLİK

Görüntülerde de birtakım etkileşimler söz konusu. FF VII'nin yüksek kaliteli görüntüleri ve özel efektleri, Japon'ların bu konudaki hassasiyetini yansıtıyor. Ancak doğu stilini dengeleyen bazı batılı etkilere de rastlıyorsunuz.. Bu konudaki başarısı ile FF VII, Mystical Ninja gibi oyunların batı ve doğu kültürü arasındaki uçurumu kapatmadaki başarısızlığına bir son vermiş gibi görünüyor. İyi ama bu kültürler arası denge kurma işi bilinçli mi idi, yoksa yalnızca kazayla mı gelişti?

Randy Fujimoto'ya göre her biri bir öncekinden daha çok satan FF uyarlamalarında kültürel farklılık gitgide ortadan kayboluyor: "Japon ve Amerikan'ların birbirinden kolayca etkilenebilen kültürler olduğu unutulmamalı."

ÖZELLİKLER

Platformlar arasında taşınan diğer oyunları düşününce, FF VII'nin PlayStation ve PC uyarlamaları arasında da oyun mekaniği ve çizim açısından pek bir farklılık olmayacak. Ancak bu bir eleştiri değil: Bu kadar mükemmel bir PlayStation oyununu PC'de de tıpa tıp aynı biçimde görmekten herhalde kimse rahatsızlık duymayacaktır.

Aslında PC uyarlamasının grafikleri orijinaline göre çok daha renkli ve düzgün. Çünkü daha yüksek bir netlik düzeyi kullanılıyor. Ayrıca daha ayrıntılı zemin görüntülerine de yer veriliyor. Görünüşe göre Squaresoft, PC'nin avantajlarını sonuna kadar kullanmış. En az P166 gibi bir işlemci gerekeceği açık. Oyunda sokak savaşlarından C&C tarzı bir strateji kullanmayı gerektiren taktik mücadelelere kadar çeşitli bölümler var. Tabii strateji bölümleri bir C&C'deki kadar iyi değil, ama yine de kusursuz bir şekilde çalışıyorlar.

FANTAZİ SAVAŞI

Savaş sistemi gerçek zamanlı bir sistem. Ancak Square'dekiler bu sistemi "aktif zaman savaşı" gibi bir şekilde adlandırmayı tercih ediyor. Her şey aynı anda oluyor ve bir de bir "sınır” çubuğu var. Tıpkı diğer oyunlardaki gibi. Fujimoto'nun FF VII'deki savaş sistemine yönelik görüşü şu şekilde: "Bu oyunda gerçekten etkileyici savaş sahneleri olsun istedik." Doğrusu Square bu amacına ulaşmış görünüyor.

Savaş sistemi oldukça dehşet verici ve bir o kadar da eğlenceli. Düşünmeniz gereken yedi karakter var. Ayrıca sürekli olarak hücumları savuşturmak ve planlama yapmak zorunda kalacaksınız. Oyundaki seçenekler, olası bütün taktikleri etkinleştirmenize yardımcı oluyor. Aslında savaş alanları, bilinen sabit konumlan Ancak oyunun momentumunu korumak amacıyla, nerede ve ne zaman ortaya çıkacağı bilinmeyen sürprizler serpiştirilmiş. Tabii bunların en olmayacak anlarda ortaya çıkması riski de Söz konusu. Yine de yeterince uygun bir şekilde düzenlenmiş olduklarını söyleyebiliriz.

KALİTE KONUSU

Final Fantasy VII'nin PC uyarlaması bu aralar çıkacak. Acaba oyunu bitirmek ne kadar sürecek diye merak edenlere şu kadarını söyleyelim: Her şeyini bilen kendi geliştiricilerini bile baştan sona 70 saat uğraştırıyor. Eğer FF VII'yi daha önce hiç oynamadıysanız, kendinizi en az 150 saatlik bir maceraya hazırlayın deriz.

SÜREKLİLİK

Bu yedinci Final Fantasy oyunu olsa da, diğerlerinin konu ya da karakterleriyle çok büyük bir bağlılığı yok. İşte Squaresoft'un bu yaklaşımı sayesinde, oyun her uyarlamasıyla başarı kazanmayı sürdürüyor. Bu başarının boyutlarını merak edenler, oyunun bugüne kadar toplam 15 milyonun üzerinde kopyasının satıldığını bilsinler, yeter.

cd oyun dergisi
10. sayı, mart 1998
https://www.arsivsozluk.com/d/44
Devamını okuyayım...
disco
0

semih erden

2007 yılında nba türkiye dergisi için bülent avcı ve mete aktaş ile röportaj yapmıştır.

gözü yükseklerde

hırsı ve bir basketbolcu olarak belki de standartların üstündeki fiziğiyle dikkatleri üzerine çeken, fenerbahçe'nin ve milli takım'ın genç yıldızı semih erden yine birbirinden iddialı açıklamalar yaptı. hedef ispanya'da şampiyonluk diyen semih, nba'in süper starı nowitzki'ye de meydan okudu.

nba türkiye: italya kampında oynadığımız hazırlık maçlarında iyi sonuçlar elde edemedik. efes world cup'ta başarılı olabileceğimize inanıyor musun?
semih erden: italya kampında çok yoğun ve zorlu idmanlar yapıyorduk ve bunun verdiği yorgunlukla maçlara çıkıyorduk. bu da tabii ki skor yönünden istediğimiz sonuçları almamızı engelledi. ancak efes cup'taki durum biraz daha farklı olacak. son ciddi sınavımıza çıkacağız ve bu turnuvada, şampiyona öncesinde ne durumda olduğumuzu göreceğiz. onun için efes cup'ta çok daha iyi mücadele edip, skor yönünden de daha memnun edici sonuçlar alacağımıza inanıyorum.

nba türkiye: peki sana göre şampiyonada milli takım'ın hedefi ne olmalı? nasıl bir başarı beklemeliyiz?
semih erden: tabii ki şampiyonluk. dünya kupası'nda çok genç ve tecrübesiz oyuncularla mücadele ettik ve iyi bir derece elde ettik. şimdi daha tecrübeli ve daha iyi bir kadroyla mücadele edeceğiz. kadromuzda serkan gibi kaya gibi avrupa'da söz sahibi oyuncular var. hidayet türkoğlu ve mehmet okur nba'de harikalar yaratıyor. bunun yanında dünya kupası'nın genç oyuncuları artık daha tecrübeli ve daha fazla sorumluluk alıyorlar. oğuz, ersan gibi isimleri örnek verebiliriz. dolayısıyla çok geniş bir kadromuz var ve bu kadro şampiyonluğu elde edebilecek güce sahip.

nba türkiye: sen çok genç yaşlarda birçok takımın transfer listesine girdin ve fiziğinle, hırsınla da sürekli izlenilen bir oyuncu oldun ama özellikle dünya şampiyonası'ndaki formun ve bu sezon fenerbahçe ülker'de sergilediğin performans avrupa'nın büyük kulüplerinin de transfer listelerine girmeni sağladı. senin düşüncelerin nedir? avrupa'da veya nba'de oynamayı istiyor musun?
semih erden: fenerbahçe ülker'le 2 yıllık daha kontratım var ve böyle büyük bir camiada oynamaktan dolayı çok mutluyum. özellikle muhteşem bir taraftarımız var. onlarla birlikte fenerbahçe ülker'de çok büyük başarılar elde edeceğimize inanıyorum. üstelik kulüp olarak çok büyük olanaklara sahibiz. her şey dört dörtlük diyebilirim ancak her basketbolcunun rüyasını nba süsler. ben de eğer her şey yolunda giderse nba'de oynamayı çok istiyorum.

nba türkiye: bilinen bir şey vardır, uzun oyuncu geç açılır ve uzun oyuncunun formunu yakaladığı, en verimli olduğu yaşlar da 27-28'dir. ancak sen henüz 21 yaşındasın ve inanılmaz iyi bir performans sergiliyorsun. özellikle son iki sezondur da kendini git gide geliştiriyorsun. peki ölü sezonda kendin nasıl hazırlıyorsun? yani lig bittiği zaman ve milli takım'dan arta kalan zamanlarda neler yapıyorsun?
semih erden: sürekli çalışıyorum. tanjevic'in fenerbahçe ülker'in başına gelmesiyle tabii ki çalışma tempom daha da arttı. idmanlara daha erken gelip, daha geç çıkıyorum. çünkü artık iki tarafta da gözetim altındayım. bu işin şakası tabii ama gerçekten de artık idman sürelerim daha da arttı. sürekli olarak eksiklerimi tamamlayacak idmanlar yapıyorum.

nba türkiye: eksik gördüğün yönlerin var mı ve eksiklerini gidermek için özel idmanlar yapıyor musun?
semih erden: özellikle şut yönünden kendimi eksik görüyorum ve bunun için özel idmanlar yapıyorum. efes pilsen final serisinde bu idmanların karşılığını aldım ve iyi bir şut yüzdesi yakaladım. onun dışında uzun boyuma rağmen hareketli bir yapıya sahibim ve bu özelliğimi daha iyi kullanabilmek, maç içindeki eşleşmelerde rakip oyuncuya üstünlük sağlayabilmek ve de daha rahat adam geçebilmek için bazı özel çalışmalar yapıyorum.

nba türkiye: tanjevic'in hem milli takım hem de fenerbahçe ülker'in coachu olması senin için bir avantaj mı?
semih erden: tabii ki daha avantajlı, çünkü çok fazla gözlemleme şansı olmuyordu. sadece milli takım kamplarında bir araya gelebiliyorduk. ancak şimdi fenerbahçe ülker'in de başına gelmesiyle daha fazla konuşabiliyor ve fikir alışverişinde bulunabiliyoruz.

nba türkiye: kampta neler yapıyorsunuz? takımdaki oda arkadaşın kim? idmanlar dışında eğlenmeye stres atmaya zaman bulabiliyor musunuz?
semih erden: italya kampında olduğu gibi türkiye'deki kampta da oda arkadaşım ömer aşık. açıkçası boş vakitlerimizde en fazla yaptığımız şey uyumaktı. çünkü inanılmaz yoruluyoruz ve dinlenebilmek için de bol bol uyuyoruz. arada bir de playstation oynarız. onun dışında fazla da bir şey yapmıyoruz.

nba türkiye: genç bir oyuncu olarak zaman zaman saha içinde ve dışındaki disiplinsiz hareketlerinden dolayı çok eleştirildin. özellikle hırslı bir yapıya sahip oluşun belki de senin kontrollü olmanı engelledi? ancak aydın örs'ün fenerbahçe ülker'in başına gelmesiyle yine savaşçı, hırslı ama enerjini tamamen basketbola yansıtan ve her geçen gün çok daha iyi bir performans sergileyen semih ortaya çıktı. bu değişim nasıl oldu?
semih erden: aslında haklısın, ancak ben disiplinsiz yerine gençliğin verdiği tecrübesizlik demeyi tercih ediyorum ama şu bir gerçek ki, hırsımı daha olumlu yönlerde kullanmamı sağlayan kişi aydın örs'tür. o bana sadece saha içinde değil, toplum içinde de nasıl durmam, neler yapmam gerektiğini öğretti. sürekli beni yanına çağırır ve yanlışlarımı düzeltmem için benimle uzun uzun konuşurdu. içimdeki farklı, gerçek semih'in ortaya çıkmasını sağladı. onun çok önemli bir nasihatı vardır. "saha içinde ve saha dışındaki kişiliğin birbirinden farklı olmasın" diye. ben de buna gayret ediyorum. hem saha içinde hem de saha dışında hareketlerime dikkat ediyor ve kendimi sadece işimi en iyi şekilde yapabilmek için konsantre ediyorum. böylelikle hırsım artık başıma bela olmuyor.

nba türkiye: önümüzdeki sene nba draft'ına adını yazdırmayı düşünüyor musun?
semih erden: evet, zaten önümüzdeki yıl draft'a ismimi yazdırabileceğim son senem. bu nedenle ismimi yazdıracağım.

nba türkiye: gönlünden geçen bir takım var mı?
semih erden: miami heat

nba türkiye: avrupa şampiyonası'nda kişisel eşleşmelerde beklediğin bir isim var mı? belki 2006 dünya kupası'ndan gözüne kestirdiğin, ah keşke bir daha eşleşsek dediğin?
semih erden: nowitzki... nowitzki'yi sabırsızlıkla bekliyorum.

nba türkiye: semih, gerçekten çok hırslı ve iddialı bir oyuncusun. avrupa şampiyonası'ndaki hedef nedir diye sorduk, hiç düşünmeden şampiyonluk dedin. şampiyona'da eşleşmek istediğin bir oyuncu var mı diye sorduk, belkide dünyanın en iyi basketbolcularından birisi olan nowitzki'nin ismini verdin. bu kadar iddialı oluşun sana zarar mı veriyor, yoksa daha iyi konsantre olmanı mı sağlıyor?
semih erden: bu kadar çılgın ve iddialı olmak bana iyi geliyor. bazıları bunu hava yapıyorum diye algılayabilir ve öyle düşünebilir. açıkçası bu beni hiç ilgilendirmiyor. ben hep söylemişimdir. başkalarının ne söylediğine aldırmam. bugüne kadar örnek aldığım, ah keşke şunun gibi olsam dediğim kimse olmadı. yapılan karşılaştırmalarda hep en iyi olduğumu iddia ettim ve ne iyi olmak için çok çalıştım.

nba türkiye: küçük yaşlarda bir gün bu kadar iyi bir basketbolcu olabileceğini düşünmüş müydün? yani fenerbahçe ülker gibi büyük bir takımda oynamak, milli takımda oynamak ve belki de yakın bir gelecekte nba'de oynamak. bunlar hayallerini süslüyor muydu?
semih erden: elbette süslüyordu. ancak ben hayallerin daha ötesinde bunları gerçekleştireceğime inanıyordum. basketbola ülker'de başladım. o zamanlar takım arkadaşlarıma bunların hepsini yapacağımı söylerdim. onlar bana inanmazlardı biraz da dalga geçerlerdi ama işte son gülen ben oldum ama bunların hepsini hırsıma ve çok çalışmama borçluyum.

nba türkiye: bu keyifli sohbet için teşekkür ederiz.
semih erden: ben teşekkür ederim.

röportaj: bülent avcı, mete aktaş
fotoğraf: osman uğur
nba türkiye dergisi, eylül 2007, issn: 1306-9810
sayfa: 86-87-88-89

https://www.arsivsozluk.com/d/14
Devamını okuyayım...
arsivsozluk
0

alan adı

haziran 2000'de, chip dergisi'nde aşağıdaki habere konu olmuştur.

türkiye'de alan adları için "ilk gelen alır" sisteminin uygulanması isteniyor.

internet adresleri için kullanılan ve türkiye'de 1990 yılından beri odtü bünyesindeki dns grubu tarafından yürütülmekte olan alan adları tahsis işlemlerindeki katı kuralların değiştirilmesi, faturalama ve kayıt işlemlerinin internet 'e uygun bir biçimde hızlı ve hatasız olarak yapılması isteniyor. bilişim muhabirleri derneği (bmd), dns çalışma grubu tarafından yapılan açıklamada, tüm dünyada ve özellikle amerika'da alan adları tahsisinin "ilk gelen ilk alır" sistemiyle yapıldığı, ödemesi ve yönetiminin tamamen internet üzerinden yapılabildiği, gereksiz ve katı kuralların bulunmadığı hatırlatılarak, türkiye'de keyfi bir şekilde sürdürülen tahsis işlemlerinin bürokrasiye boğulduğu, tahsisin yapılmadığı, yapılanların ise çok uzun süreler aldığına dikkat çekildi. açıklamada, ayrıca alan adları için ödenecek bedellerle ilgili online ödeme seçeneği bulunmadığı için işlemlerinin tamamen elle yapıldığı ve bu nedenle hatalar oluştuğu da belirtilerek, bunun da alan adlarının gereksiz yere devre dışı kalmasına, işlerin aksamasına yol açtığı ifade edildi.

bmd adına açıklamada bulunan dns çalışma grubu başkanı ertan atay, "odtü dns grubu, tahsis işlemiyle ilgili herhangi bir yasal dayanağı olmadan işlemler yürütmekte ve işlemlerde internet dünyasının büyük bölümünün benimsediği "ilk gelen ilk alır" prensibini tanımamakta. alan adı için geçerli olan bu prensibin türkiye'de de yapılması gerektiğine inanıyoruz. ancak odtü dns grubu bu tür çağrılara kesinlikle kulak vermediği gibi kendisini hem kuralları koyan, hem uygulayan hem de yargılayan bir örgüt gibi görmekte.

alan adları tahsisinde çoğu zaman gereksiz hata mantıksız olan uygulamalarla internetin gelişimine engel olma noktasına gelinmiştir. türkiye'den istediği alan adlarını alamayan çok sayıda kişinin başta amerika olmak üzere diğer ülkelerden alan adı aldıklarını, bunun da hem türkiye ile ilgili istatistiklerin yanlış çıkmasına, hem de yurtdışına önemli miktarda para çıkmasına neden olduğunu belirterek, yanlışlığın düzeltilmesini bekliyoruz." dedi.

chip dergisi - haziran 2000
issn: 2000006 - sayfa:23
https://www.arsivsozluk.com/d/35
Devamını okuyayım...
disco
0

tıp tarihi enstitüsü

1966 yılında, (bkz: tahsin tunalı) tarafından, kurucusu olan ord. prof. dr. ahmed süheyl ünver ve prof. dr. bedi nuri şehsüvaroğlu ile röportaj yapılmıştır.

türkiye'de, tarih ilmiyle ilgil, geniş imkanlı ve iyi kurulmuş müesseselerden biri de türk tıp tarihi enstitüsü'dür. enstitünün bir de türk tıp tarihi kurumu vardır. istanbul üniversitesi tıp fakültesi'ne bağlı olan bu müessese, şimdiye kadar pek çok kitap, dergi ve broşür yayınlamıştır. bunlar, yalnız tıp tarihi değil, türk sanat tarihinin çeşitli dalları üzerinde kaleme alınmış eserlerdir. enstitü, istanbul üniversitesi merkez binasının (eski harbiye nezareti) sol kanadında, birinci katta birçok salonu içine alıyor. önce enstitü'nün kurucusu olan değerli ilim adamı, sanatkar ve tarihçi ord. prof. dr. ahmed süheyl ünver'le konuşuyorum:

- kısaca biyografinizi anlatır mısınız?
- 1898'de istanbul'da doğdum. fakir büyüdüm. 1920'de 22 yaşımda doktor çıktım. büyük tıp bilginimiz rahmetli akıl muhtar bey, beni elimden tuttu. paris'e ihtisas yapmaya gönderdi ve üzerimden himayesini eksik etmedi. 1929'da asistan olarak istanbul üniversitesine intisab ettim. 1933'te üniversite ıslahatında doçent oldum ve tıp tarihi deontoloji kürsüsü'nü kurdum.

-affedersiniz, sözünüzü kestim. sizden önce üniversitelerimizde tıp tarihi okutulmaz mıydı?
- hayır, yalnız vakityle dr. galib ata bey, iki yıl tıp tarihi okutmuştur. yoksa böyle bir kürsü yoktu. şimdi tıp tarihi bir sömestrdir ve devam mecburidir. ne diyordum? 1939'da profesör ve 1954'te ordinaryüs oldum.

- sizden başka bu kürsüde kimler var?
- başta değerli arkadaşım prof. dr. bedi şehsüvaroğlu var. ben, tıp ve dişçilik fakülteleri'nde arkadaşım da eczacılık fakültesi'nde, bu dersi okutuyoruz. ayrıca doçent olmaya hazırlanan dr. sırrı akıncı ile dr. emine atabek ve birkaç asistanım var. bilhassa asistan ve sekreterim olan tülay tozanlı, gördüğünüz gibi bana çok yardımcı olmaktadır.

gerçekten tülay tozanlı, profesörün istediği herhangi bir dosya veya vesikayı, birkaç saniyede buluyor, hepsinin muhteviyatını biliyordu. süheyl ünver:

- bir de okutman (lektör) arkadaşımız var, diye sözlerine devam etti: ismail eren. kendisinin osmanlı tarihi üzerinde çok değerli incelemeleri vardır, okumuşsunuzdur. türk tıp tarihi kurumu'n da bir çok üyesi var. bunlardan emekli general nazmi çağan paşa, daima bizimle çalışır, prof. şehsüvaroğlu'nun eserlerinin listesini, güzel bir bibliyografya kitabı halinde yayınlamıştır.

- üye olduğunuz kurumlar hakkında bilgi de rica edebilir miyim?
- 18 türk ve yabancı ilmi kurumun üyesiyim. bu arada türk tarih kurumu'nu ve türk dil kurumu'nu, türkiye tıp akademisi'ni, milletlerarası tıp akademisi'ni ve nihayet benden başka ancak iki türk'ün, atatürk'ün ve said faik'in üye seçildikleri amerika'daki mark twain cemiyeti'ni sayabilirim. tarih kurumu'na, selçuk tababeti tarihi adlı kitabımdan dolayı 1940'ta üye seçildim.

- biraz da sanat cephenizden bahseder misiniz?
- yakın zamanlara kadar güzel sanatlar akademisi'nde türk minyatür ve tezyinat hocasıydım. şimdi aynı deri üniversitede veriyorum.

süheyl ünver'in, ressam, bilhassa çok değerli bir minyatürcü, tezyinatçı, tezhipçi ve hattat olduğunu burada kaydetmek lazımdır. türk pullarındaki tarihi resim ve motiflerini bir kısmını, o çizmiştir. avrupa'yı, yakın doğu'yu, birleşik devletler'i birçok defalar ziyaret etmiş olan süheyl ünver, dış ülkelerde de tanınan milletlerarası bir şahsiyet. avrupa ve amerika literatüründe adı sık sık geçiyor. büyük yabancı dergiler kendisiyle birçok röportaj yapmış. süheyl ünver'in diğer bir hususiyeti, yorulmak bilmez bir araştırıcı olması. pek değişik bahislerde sayısı yüze yaklaşan kitap ve risalenin müellifi. yazdığı makaleler binlerce.

- arşiviniz hakkında bilgi rica edebilir miyim? diye değerli bilgine son sorumu soruyorum.
- efendim, gördüğünüz arşiv, "ünver arşivi"dir. tamamen şahsi çalışma ve emeğimle toplanmıştır. bunların bir kısmını, kitaplarımla beraber ankara'da türk tarih kurumu'na hibe etmeye hazırlanıyorum. geri kalan kısmı, tıp tarihi enstitüsü'nde bir yadigarım olarak kalacak. milletten aldığım her şeyi milletime iade etmek istiyorum. arşivim ve kitaplarım, herkese açıktır. her isteyen, basit bir fiş imzalayarak burada çalışabilir. türkiye'de arşiv meselesi maalesef henüz ilkel durumdadır. bir milyon fişlik bir arşive acele ihtiyacımız vardır. böyle bir arşiv kurulacak olursa, araştırmacılar, son derece rahat çalışacaklardır. ben, böyle bir imkan yaratıldığı takdirde, bu arşivde fahriyen çalışmaya hazırım.

süheyl ünver, beni türk minyatür ve tezyinatı öğrettiği salona da götürdü. burada 20 kadar talebe çalışıyordu. bunların en ileri gideni ülker erke imiş. kendisiyle tanıştırdı ve bazı motif ve çalışmalarını doğan kardeş'in kartpostal olarak bastırdığını söyledi. ülker hanım'ın gördüğüm çalışmaları gerçekten nefisti.

pek nazik profesöre teşekkür ederek ayrıldım ve prof. dr. bedi nuri şehsüvaroğlu'nun çalıştığı salona girdim. biyografisi hakkında bilgi rica ettim.

- 1914'te istanbul'da doğdum, diye söze başladı prof. şehsüvaroğlu. 1939'da doktor çıktım. 1955'te, az kazançlı olduğu için kimsenin rağbet etmediği tıp tarihi kürsüsüne doçent oldum. 1962'de profesörlüğe yükseldim. 10'dan fazla yerli ve yabancı ilmi cemiyetin üyesiyim. ingilizce ve fransızca bilirim. ilk kitabım 1948'te çıktı. hicaz seyahatimi anlatır ve hac yolu adını taşır. sonradan bir düzine kadar kitap ve broşürle binden fazla makalem yayınlanmıştır. bir kitabımı da türk tarih kurumu bastırdı.

- sizin arşiviniz, süheyl bey'in arşivinden ayrı galiba?
- evet, benim arşivim "şehsüvaroğlu arşivi" diye damgalıdır ve bu gördüğünüz salondadır. ben de süheyl bey gibi bu arşivi şahsi gayretimle ortaya çıkardım. çocukluğumdan beri yazılı hiç bir kağıdı atmam. bu bakımdan, süheyl bey'le aynı burçta doğmuşuzdur ve beraber çalışmamız da bu benzerliğimiz yüzünden oldu.

prof. şehsüvaroğlu da, ensitü'nün diğer salonlarını ve müzelerini gezdirmek lütfunda bulundu. enstitü'nün görebildiğim salonları şöyle: süheyl ünver arşivi'nin bulunduğu iç içe iki salon, şehsüvaroğlu arşivi'nin bulunduğu uzun salon, türk tezyimat ve minyatür atelyesi, 2000 kadar yazmayı da içine alan ve bir çekme katı olan türk tarih müzesi, akıl muhtar özden ve neş'et ömer irdelp hocaların kütüphane ve eşyalarını ihtiva eden iki ayrı müze, nihayet teknofotografi merkezi. iki odası olan bu laboratuvarda, tarih mecmuası'nda birçok fotoğrafını yayınladığımız hasan ali göksoy ile ayhan pekşen çalışıyor. bu laboratuvar, idari olarak tıp tarihi enstitüsü'ne bağlı olmakla beraber, bütün istanbul üniversitesi için çalışıyor. türk tıp tarihi enstitüsü'nden çok memnun olarak ayrıldım.

röportaj: tahsin tunalı
hayat tarih mecmuası - sayı 6 - temmuz 1966
sayfa 12-13-14
https://www.arsivsozluk.com/d/31
Devamını okuyayım...
disco
0

caesar 2

mahmut başaran, şubat 1996'da pc oyun dergisi'nde incelemesini yapmıştır.

önsöz

merhaba oyun kurtları. pc oyunun yeni bir sayısında yepyeni bir oyunla tekrar birlikteyiz. geçen ay sizlere ulaştırdığımız command & conquer bombasından sonra bu ay da caesar 2 bombasını ulaştırdık (endişelenmeyin bu bombada virüs yok.)

oyunumuz geride bıraktığımız 1995 yılının sonlarında piyasaya sürülmüş mükemmel bir strateji oyunu. yapımcı firma impressions gerçekten de iyi bir iş çıkarmış.

konu

caesar 2 mükemmel grafiklere sahip bir strateji oyunu. konu olarak piyasadaki soydaşlarından çok büyük bir farklılık göstermiyor. yapmanız gereken tek şey kendinize bir şehir kurmak ve şehrinize saldıranları yok etmek.

artılar

caesar 2 tek kelime ile mükemmel bir oyun. oyundaki grafikler muhteşem. bütün grafikler svga modda hazırlanmış. eğer bu oyunu alırsanız, oyun içindeki mükemmel animasyonları görebilirsiniz. programcılar, oyunun içine herkesin bayılarak oynadığı civilizations oyunundakine benzer bir ansiklopedi koymuş. ama bu ansiklopedi civilizations'dakinden çok daha kaliteli. (ansiklopedi de roma çağından kalma resimler görebilirsiniz)

caesar 2 sadece bir şehir kurma oyunu olarak kalmıyor ve size etrafınızdakilerle savaşma olanağı sağlıyor. bol sayıda yerleşim ve ticari bina kurma olanağı sağlaması da ayrı bir avantaj.

geniş, ayrıntılı ve kolay anlaşılabilir yardım dosyaları var. her an ulaşabileceğiniz yardım ikonu da güzel bir özellik. ama beni en çok etkileyen elektriğin henüz bulunmamış olması. simcity'de olduğu gibi oraya buraya elektrik çekmek zorunda kalmıyorsunuz.

herhalde oyunun bütün artılarını yazmamı beklemiyordunuz. böyle yapsaydım tüm dergi caesar 2 olurdu. hatta derginin adı bile caesar 2 olabilirdi.

eksikler

oyun mükemmel. ben hiçbir kötü yanına rastlamadım. helal olsun, iyi oyun yapmışlar. aldım oynadım, beğendim.

ortasöz

sezar 2 (caesar 2)yi yüklediğiniz zaman karşınıza oyunun ana menüsü çıkıyor. bu menüdeki başlıklar şöyle:

start a new game: yeni oyuna başlar.
load a previous game: önceden oynadığınız ve kaydettiğiniz oyunları yükler.
run the caesar 2 tutorial: oyunun nasıl oynanacağını gösteren öğretmeni çağırır.

bunlardan ilk seçeneği seçerek oyun menüsüne geçiyoruz. burada oyunun zorluk ayarını, modunu ve kendi adımızı seçiyoruz. oyunda toplam dört tane zorluk seviyesi var. bunlar zorluklarına göre sırasıyla novice (çaylak), easy (kolay), normal (biraz zor), hard (ustalar için), impossible (sezar manyakları için). oyuna ilk olarak başlıyorsanız novice modunu seçmenizi öneririm.

bu ekranda bulunan campaign seçeneği oyunun modunu ayarlamanızı sağlar. eğer bunu no olarak bırakırsanız, sadece şehir modunda oynarsınız. eğer yes moduna getirip bırakırsanız, sadece şehirle sınırlı kalmayıp eyalet hatta imparatorluk kurabilirsiniz. ayrıca bu ekranda bulunan isim seçeneği ile buraya kendi isminizi yazabilirsiniz. en son olarak start seçeneğine tıklayarak oyuna başlayın. ben yazımın bundan sonraki kısmını campaign moduna yes diyerek yazdım.

şimdi karşınıza üzerinde işaretler olan bayraklar gelecek. burada dört ayrı işaret, yani dört ayrı senaryo var. bunlar;

corsarica & sardinia: göreviniz sardinianın küçük adasını yönetmek. dış taraflarda bulunan kasabalardan bir tanesi henüz evcilleştirilmemiş. bu yüzden burayı yönetirken biraz dikkatli olun.

campania: yapılan seferler sonucunda burası roma imparatorluğuna bağlanmış bir yer.
illyricum: burada bulunan mineral kaynakları çok fazla değil.
cisalpine gaul: bu eyalet genel olarak sessizdir. ama siz yine gaullere karşı dikkatli olun.

bu senaryolardan bir tanesini seçerek oyuna başlıyoruz. sezar 2'de yazımın başında da belirttiğim gibi bir çok yerleşim yeri ve ticareti yeri kurmanız mümkün. bunların hepsine bakmak yaklaşık olarak on dakika kadar sürecektir. bunlar arasında ev, hastane, yol, tapınak, kule, köprü yapabileceklerinizden sadece birkaçı. bunları ayrı ayrı açıklamaya gerek duymadım. bunların ne anlama geldiğini siz kendiniz de kolaylıkla öğrenebilirsiniz. oyun ekranında bunlardan başka:

go to city: başkentinizi görüntüler.
go to forum: forumu görüntüler. burası önemli kararlar aldığınız, eyaletinizi yönettiğiniz ekrandır. yani bir anlamda sizin şatonuz.
province screen: eyaletinizin haritasını gösterir.

forum screen

forum ekranında bütün şehri ilgilendiren kararlar alıyorsunuz. burada imparator ile bağlantı kurabilir, endüstriyel performansınızı öğrenebilir, lejyonlarınızı (askeri birlikler) yönetebilirsiniz. buradaki başlıklar ve görevler şöyle:

oracle: imparatorluk oranınızı, barış oranını, mutluluk oranını ve halkınızın eğlenip eğlenmediğini grafikler ile gösterir.
scribe: nüfusunuzu, bütçenizi, halktan ve endüstriel kesimden topladığınız vergileri geçen yıllara göre gösterir.
merchant: sahip olduğunuz fabrikaların, limanların ne kadar verimli olduğunu gösterir.
centurion: elinizdeki lejyonların sayısını, grupları gösterir. lejyonlarınız ile ilgili ayarlamaları buradan yapabilirsiniz.
rome: imparator ile bağlantı kurmanızı ve ona avanta göndermenizi sağlar.
empire: imparatorluk haritasını gösterir.
help: forum hakkında bilgi edinmenizi sağlar ve forumdan nasıl faydalanabileceğinizi gösterir.
plebs: plebler sizin çalışan, alt kısım tabakanızı oluşturan insanlardır. pleblerin nüfusunuzda hiçbir etkileri yoktur ve sizin yaptığınız evlerde oturmazlar.
treasurer: adından da anlaşılabileceği gibi sizin hazinecinizdir. hazinenizin ne kadar dolu, ne kadar boş olduğunu buradan öğrenebilirsiniz.
personal advisor: kişisel danışmanınızdır. bir iş yapmadan önce bunun fikrini almanız daha iyi olur.

province screen

daha önce de belirttiğim gibi buradan eyaletinizin dıştan görünüşünü görüyorsunuz. ayrıca buradan cohortlarınızı (askeri deyim) yönlendirebilir, diğer şehirleri sizin şehrinize bağlayacak yollar yapabilir, deniz limanlarınızı oluşturabilirsiniz.

oyunun ana ekranı hemen hemen bu kadar. şimdi sırada savaş ekranı var. burayı ayrıntılı olarak yazdım. çünkü burası oyunun dönüm noktasını oluşturmakta. eğer yaptığınız savaşlardan yenilirseniz, hayatınız kayar. eyaletiniz tamamen yok olur.

savaş kontrolleri

düşmanlarınız ile savaşabilmek için her şeyden önce eyalet seviyesine (province level) ulaşmış olmanız gerekir. elbette, doğal olarak kendinize bir lejyon grubu oluşturmanız da şart. (lejyon oluşturma işini forum ekranından centurion başlığını seçerek halledebilirsiniz). daha önceden belirttiğim gibi lejyon deyimi oyunda sahip olduğunuz askerlerin sayısını belirtiyor. lejyonlarınız yani askerleriniz kendi aralarında tür bakımından dört bölüme ayrılıyor. bunlar:

heavy infantry: ağır piyadeler grubu.
light infantry: hafif piyadeler grubu.
slingers: mancınıkcılar taburu.
auxiliaries: yardımcı birlikler.

yine lejyonlarımız cohort denilen taburlara bölünürler. sahip olduğunuz cohort sayısı sahip olduğunuz kale sayısı ile doğru orantılıdır. yani çok kale, çok cohort anlamına gelir. eyaletinize her kale dikişinizde yeni bir cohort göreve başlar. her cohortda century adı verilen bölümlere ayrılır. sezar 2'de century deyimi aynı gruba ait olan 60 askeri temsil eder. oyunda her century cohort bilgi panelinde bir ikonla temsil edilir. cohortların moral oranı ve savaşa karşı hazır olma oranları vardır.

moral: anlaşılabileceği gibi askerlerin moral, ruh oranını gösterir. bu oran 0 (düşük moral) ile 100 (yüksek moral) arasında bir değerdir. eğer centurylerinizin morali 0 olarak gösteriliyorsa, savaşta sizi kesin bir yenilgi bekliyor. çünkü böyle birlikler savaşmazlar.
savaşa hazır olma: askerlerinizin ani bir saldırıya ne kadar hazır olup, olmadığını gösterir ve en az 100 askere sahip cohortlara hitap eder. yani, cohortlarınızda bulunan asker sayısı yüzün üstündeyse askerleriniz sizi beklemeden düşman ile mücadeleye girebilir. eğer yüzün altında askere sahipseniz olaya sizin de karışmanız gerekecek. (bu durumdaki cohortlar doğal olarak savaşa hazır olarak gösterilmezler). eyalet seviyesindeyken cohortlara emir vermek için order cohort komutunu kullanmalısınız.

savaş ekranı

savaş ekranı iki ordunun yüzyüze geleceği savaş alanından ve askerlerinizi kontrol etmenizi sağlayacak bir kontrol panelinden oluşmakta. savaş ekranında hangi tarafın sizin askeriniz olduğunu bilmiyorsanız, siz bittiniz demiyorum, çünkü gerek yok. yapmanız gereken tek şey askerlerin kafasına tıklamak. sizin askerlerinizin arkası ışıklanacak. düşman grubundaki askerler ise aydınlanmayacak, çünkü onlar düşman. yeri gelmişken hatırlatayım, burada daha kaliteli ve daha rahat görüntüye ulaşmak için zoom in ve zoom out ikonlarını kullanmanız iyi olur. (iki ayrı görüntü seviyesi bulunmakta) ayrıca görüntünün yönünü ayarlamak içinde rotate düğmelerini kullanabilirsiniz. ekranın sol tarafında bulunan pencere her iki tarafın asker sayısını ve moral oranını gösterir. genel harita ise (overview map) savaş alanının genel görüntüsünü gösterir. bu ekranda siz ve düşmanınız farklı renklerde gösterilir. savaşta askerlerinize emirleri cohortlardan veriyorsunuz. savaşın başında bütün birlikler birbirinden ayrı durumda. bu yüzden bunları ayırmak oldukça kolay. birliklere emir verebilmek için, ilk olarak bir veya daha çok birlik seçmelisiniz. herhangi bir birliği seçmek için yapmanız gereken tek şey birliğin üzerine tıklamak. ama eğer aynı anda birden fazla birlik seçmek isterseniz, mouse'a tıklayın, basık tutun ve seçmek istediğiniz birliklerin üstüne sürükleyin. seçtiğiniz birliklerin arkası ışınlanacaktır. seçtiğiniz birlikleri ayırmak içinse, savaş alanındaki herhangi boş bir bölgeye basmanız yeterli. eğer birliklerin hepsini aynı anda seçmek isterseniz kontrol panelinden "all" düğmesine tıklamalısınız.

kontrol paneli:

savaşı kontrol etmenizi sağlayan kontrol paneli oldukça iyi hazırlanmış. bütün her şeyi bu panel ile rahatlıkla kontrol edebiliyorsunuz. (düşman birlikleri hiç) panelin üzerindeki tuşlar ve görevleri şöyle:

move: seçili birlikleri hareket ettirmenizi sağlar. kullanmak için önce birlik seçmeli buna basmalı ve son olarak savaş alanında birliklerinizi götürmek istediğiniz yere basmalısınız.
aim: eğer misilci birlikleriniz varsa, aim düğmesi ile misilcilerinizi hareket ettirebilirsiniz. kullanım şekli "move" ile aynıdır.
turbo: oyunu hızlandırmaya yarar. ancak savaştaki animasyon kalitesini düşürür. eğer aceleniz varsa bunu kullanabilirsiniz.
select all: tüm birlikleri aynı anda seçmenizi sağlar.
retreat: askerlerinize geri çekilme emri verir. zor durumda kalırsanız bunu kullanabilirsiniz. askerleriniz dağılacak ve geri çekilecektir.
surrender: kendinizi düşmanın eline bırakmak istiyorsanız bunu kullanın. kısacası teslim olma, başarısızlığı kabullenme.
auto: savaştan elinizi çekmenizi sağlar. bilgisayar sahip olduğunuz asker sayısını, morali değerlendirerek savaşı bitirir.

tiyolar:

- halkınızın barış oranını yüksek tutmak istiyorsanız güçlü askeri birlikler oluşturun. düşmanınızın eyaletinize girmesini engelleyin.
- mutlu bir halkınız olmasını istiyorsanız bol bol eğlence yeri inşa edin.
- düşmanlardan korunmak için ve kolay su elde etmek için şehirlerinizi dere kenarlarına kurun.
- güvenliği kolay sağlamak için kuleler dikin.
- vergilerden çok kazanmak için bol miktarda ev yapın. zaten oyunda ilk yapmanız gereken şey bu.

çok nüfus = çok vergi = çok para

sonsöz

sezar 2 son derece mükemmel bir oyun. bence son zamanlarda piyasaya çıkan en iyi strateji oyunlarından biri. içinizden bazıları command & conquer en iyi, hiç bir oyun daha iyi olamaz diyebilir ama command & conquer ile caesar'ı kıyaslamak, tubular worlds ile fate of atlantis gibi bir klasiği kıyaslamak gibi bir şey. sonuç olarak sezarı alıp mutlaka oynamalısınız. bu türden hoşlanmıyorsanız bile, bu oyunu alın ve oynayın. eminim beğeneceksiniz. (cd versiyonunu almanızı öneririm). eğer benden açıklamamı istediğiniz herhangi bir oyun varsa (türü önemli değil) bana dergi aracılığı ile ulaşabilirsiniz.

yapımcı firma: impressions
yayımcı firma: sierra
processor: 486dx
min ram: 4mb
hdd alanı: 25 mb
medya: 13hd - cdroom
ekran kartı: 512k vesa compatible
önerilen işlemci: 486dx266 veya pentium
ram: 8mb

grafik: 0 - ses: 0 - oynanabilirlik: 0 - genel: 0

mahmut başaran
pc oyun dergisi, şubat 1996, sayı: 24, issn 1300-2813,
sayfa: 4-5-6-7

https://www.arsivsozluk.com/d/33
Devamını okuyayım...
disco
0

klavye

klavyeler bilgisayarların en belirgin veri girdi birimleridir. klavye üzerinde bulunan tuşların kullanımları bilgisayarın özelliklerine göre değişirler. genel olarak tümünde alfabetik ve ve sayısal karakterler, $ # ! % & ( ) . , vb gibi özel karakterler, + - * / gibi aritmetik işlem karakterleri bulunur. bunları yanısıra klavyenin bağlı olduğu monitörde imlecin (imleç: monitör ekranının hangi satır ve hangi sütunda bulunduğunuzu gösterir, yanıp sönen özel bir karakterdir.) istenilen satır, sütuna gönderilmesini sağlayan imleç kontrol tuşları, bazı özel komutları tek bir tuşla yapmamızı sağlayan fonksiyon tuşları bulunabilir. özel uygulamalar için yapılmış bilgisayarların klavyeleri ise, bazı özel tuşlar içerebilir. örnek olarak bir fast-food restoranda kullanılan bilgisayarın klavyesinden tek tek harflere basarak “hamburger” kelimesine yazmak yerine bu işi tek tuşla yapmak tercih edileceğinden, bu klavyede “hamburger” isimli bir tuş bulunabilir, bu maddenin fiyatı da önceden bilindiği için ayrıca fiyatı da rakam tuşları ile yazma gereği kalmadan, veri giriş işlemi tamamlanmış olur.

klavyede tuş yerleşimi

daktilo ve bilgisayar tuşları üzerinde, insanların parmak alışkanlığı ve parmak vurma hızı ile kullanılan makinanın hızı arasında uyum sağlamak amacı ile oldukça yoğun araştırmalar yapılmıştır.

ülkemizde yaygın olarak kullanılan kısaca f klavye (en üst satırın, en sol harfi) olarak tanınan klavyede, türkçe’de en çok kullanılan sesli harfleri ortadaki satırın, ortasına toplanmış böylece daha kolay bir kullanım amaçlanmıştır.

bilgisayarların çoğunda qwerty klavye denilen (en üst satırın soldaki ilk 6 harfi) tuş dağılımı, 1890’da keşfedilmiş ve çok hızlı yazan daktilo kullanıcılarının daha yavaş ilerleyen daktiloya göre fazla olan hızlarını yavaşlatmak amacı ile icad edilmiştir. bu dağılım en sık kullanılan tuşların küçük parmaklarla basılmasını gerektirir.

prof. dvorak 1932’de kendi adı ile anılan dvorak klavye yerleşimini bulmuştur. bu dağılımda, ingilizce’de (dolayısıyla bilgisayar programlamasında en fazla kullanılan d, h, t, n ve s harflerini orta sırasının sağ ele rastlayacak kısmına yerleştirerek u bir verim artışı sağlanmıştır.

bilgisayar ansiklopedisi - 1991 - milliyet
sayfa 41 - 42 - 43
https://www.arsivsozluk.com/d/16
Devamını okuyayım...
arsivsozluk
0