albert johan kramer

1959 yılında, dünyanın en uzun adamıdır. hakkında hayat dergisi'nde haber yapılmıştır.

dünyanın en uzun adamı bir hollandalıdır.

dünyanın en uzun adamı, holanda'nın amsterdam şehrinde a.j. kramer'dir. ancak 2.5 metreye yakın boyu ile kramer, sirklerden, sergilerden, meraklıların bakışlarından hulasa teşhir olunmaktan hiç hoşlanmamakta; normal bir hayat yaşamayı tercih etmektedir. kramer'in amsterdam'da bir kahvehanesi vardır. yakın zamanlara kadar dev cüssesi sayesinde muazzam servet yapmak imkanlarını veren bir çok teklifler alıyordu. hatta televizyonda görünmesi için bile teklif aldı. fakat bütün bu teklifleri reddeti. kramer'in cesaretini duyan memleketteki diğer uzun boylular bir araya kulüp kurdular: "uzun adamlar kulübü". tabii kulübün başına kramer'i geçirdiler. azalar, reislerinin kahvehanesinde muntazam toplantılar yapıyorlar, sohbet ediyorlardır. kramer'in eşi bir isviçrelidir ve normal cüsselidir. karı koca pek mesut yaşamaktadırlar. son zamanlarda kramer'in aldığı mektupların sayısı o kadar çoğaldı ki, kulüp başkanlığından tamamen vazgeçerek bu işi bir başkasına devretti. şimdi karı koca, mütecessis nazarlardan uzak olarak sakin ve rahat bir hayat geçirmektedirler. büyük resimde mr. kramer'in uzun adamlar kulübüne gitmek üzere otobüse binmeğe hazırlanışını görüyorsunuz. küçük resimde ise bay ve bayan kramerlar kahvehanelerinde görülüyorlar.

hayat dergisi - 31 temmuz 1959 - sayı: 31
sayfa: 11

https://www.arsivsozluk.com/d/18
https://www.arsivsozluk.com/r/19/+
Devamını okuyayım...
disco
0

citizen kane

film hakkında, yeni sinema dergisi, ağustos - eylül - ekim 1968 tarihli sayısında, bertan onaran'ın çevirisiyle barthelemy amengual'ın aşağıdaki yazısı yer almıştır.

İşin harika yanı şu ki, welles'in filmi, varlığını, okuyucuyu her ne pahasına olursa olsun yaratılan bir yenilikle kendine bağlayan ve bu bağlılığı sürdürebilen heyecan basınının üslûbuna sadık kalarak, Amerikan dünyasına şaşırtıcı, unulmayacak bir yenilik, bir tazelik, bir keskinlik getirmektedir. Blöf, burada,
doğru yerine geçmektedir, çünkü o, gerçek bir evrenin. Amerikan dünyasının ve sanatçının doğru'sudur. Bu yüzden de, kimi zaman, sesli sinemayla ilk kez karşılaşıyormuşuz gibi bir duyguya kapılırız. Ve gerçekten de onu ilk kullanan welles'tir, film sesli bir gazeteden çok radyoya benzemektedir, özellikle, insan sesinden çok dünyasal gürültüleri andıran insan seslerinin vurgu, titreşim ve hız gibi nitelikleri. Alt kattan başlayıp kemerli üst kat koridoruna dek yükselen Susan'ın sesinin «serüveni», deyim yerindeyse, hem İnsanî ,hem de, sözcüğün en gerçek anlamıyla, nesnel açıdan sarsıcı bir güzellik ve sahiciliğe sahip bir "gösteri"dir. Yeryüzünde, konuşmaların bir müzik, ulusal bir müzik, bir halk müziği gibi kullanıldığı tek film, Yurttaş Kane'dir.

inquirer'ın yazıişleri odaları, toplantı odası, Xanadu'nun salonları, eskimiş, yılan gibi kavisli abajurlarla, sağa sola atılmış şişelerle dolu, (tıpkı okyanustan esen keskin kokulu yel, çöldeki ılık mı ılık rüzgâr gibi) insanda elle dokunuyormuşcasına bir duygu uyandıran çalışma odaları, Faulkner'ın Pylone adlı romanındaki kentte, bayram hazırlığı yapılan günlerde gördüğümüz gibi uzaysal bir kıpır
kıpırlık... Gerçi Yurttaş Kane'in dış sahnelerinde, daha sonraki eserlerde ortaya çıkacak uzaysal üçüncü boyut henüz yoktur, bununla birlikte, bu ilk filmin bütün iç sahnelerinde Truffaut dekorların hâlâ Hollywood koktuğuna parmak basmıştır - dış görünüşün ötesinde bir şeyler vardır, onlar, tıpkı sesli bir deniz kabuğunun bütün denizi özetleyişi gibi, koskoca bir evreni kendilerinde taşımaktadırlar.
Çözümsel oymacılığın açıklayıcı ya da dramatik yararcılığını bir yana bırakan Welles, sessiz sinemanın, kısa ya da uzun imgelerin derin ezgisine kavuşmuştur, ki aslında, bu imgeler de dünyadan birer parçadır, birer varlıktır. Karşımıza çıkan şey yine bir bilmecedir, ama bu, bilgisizliğimiz ve yeniliğimizden ötürü, o sonsuz karmaşıklığıyla dünyanın kendisidir.

Baudelaire'den bu yana, ömrün sonuna dek sürdürülen çocukluk diye tanımlanan üstün yeteneklilik süzgecinden geçmiş bu bakış ve duyuş yeniliği, welles'in kişiliğindeki sahici çocuksuluğa bağlanabilir. (Bazin, onunla ilgili ünlü kitabında Harika çocuk, çocuksu bir dâhi haline geldi demektedir.) Ama Welles, bu yeniliği bu el değmemişliği bir düzen içinde sürdürür. Bu konudaki fikirlerini açık seçik ortaya koymuştur. Donkişot'u için şunları söyler:

"Bu öykünün, gerçekten içimden geldiği gibi çalışırsam, çok daha taze ve ilginç olacağından emindim; nitekim öyle oldu." Kötülük Sonsuzluğu için de şöyle der: "18.5'u yeğlemem; ille de içimden geldiği gibi çalışmak istemem. ( . . . ) Daha önce bakılmamış açılardan bakıyorum. Bu türlü görüntülerden bıkacak kadar çok görmedim henüz. Onun için, bu ışın sapmasına yepyeni bir gözle bakabilirim. Bu, benimle 18,5 arasında büyük bir yakınlık var demek değil, yalnızca, bakışın yeniliğinden gelen bir şey."

Bakıştaki bu yenilik, tazelik ve yoğunluk'tan yola çıktınız mı, Welles'in üslubunda dışavurumculuk dedikleri şeyi yakalamak kolaylaşır. Kane, çevrenin ve dekorun gerçekdışılığı ya da düşselliğiyle; kişilerin karmakarışık belirsizliğiyle; herhangi bir Okul'a bağlı olmanın doğurduğu, karanlık bölümlerin ortadan kaldırılması diye anlaşılan bir şiirsel görüşle, dünyanın hissedilir bir biçimde yeniden düzene sokulmasıyla büyülemiyor seyirciyi. O, her şeyden önce, bakış açılarının seçimi'ndeki sağlamlıkla kavrıyor bizi - ki bu sağlamlığa, kurgu da katkıda bulunmaktadır. Filmin, ilk Alman sinemasından çok Sovyet sinemasını hatırlatması da işte bundandır. Pek haklı olarak, bu bakımdan Welles'i Ayzenştayn'a benzettiler. Tisse'ye benzetseler daha yerinde olurdu. Ama pek ender olarak bu yakınlığın ötesine geçildi, bu da, Welles'te belli bir gerçekçilik isteği bulunduğunu öne sürmemize yardım etmektedir. "Kameranın oynaklığı, küçük odaklı mercekler, gözle görülen dünyayı o ana dek görülmemiş, şaşırtıcı bin bir açıdan göstermeye izin verdi. Planlar, son derece kestirme yollardan, açıklıkla koyuluğun güçlü birleşimleriyle verilir oldu." Bu sözler, 1923-24 yıllarının tarihçesini yazan A. Golovnia'nındır.

Bunun için, tıpkı Ayzenştayn'a yapıldığı gibi, Welles'i de merceklerinin önüne nesnelerin biçimini bozan bir cam yerleştirmekle suçlamak, bizce haklı değildir. (Biçim bozuculuk onların merceğinden gelmektedir.) İkisi gerçeği değiştirip salt görme duygusu düzeyine indirmektedirler elbet; yani onu yüceltmektedirler. Yeni bir gerçek yaratmamaktadırlar. Ayrıca, bu geçici dengede, gerçekçiliğin düş kırıcı ikizliği büyük bir yer kaplamaktadır. Gerçek, karşımıza, günlük yaşamın kendiliğinden ortaya koyduğu görünüşte çıkmaz. O, aynı zamanda, olağandışılık ya da yalnızca yoğunluk içinde (Ayzenştayn buna "coşku" diyor) yaşarken yakaladığımız görünüştedir. Üstelik şunu da unutmamak gerekir ki, Sovyetler sineması, yaşanan her günün bir bayram olduğu, her davranışın devrimci bir nitelik taşıdığı, olağandışının kural biçimini aldığı
bir yaşam yaratma ereğini gütmekteydi. Ama Ruslar, bu yeni bakışlı sinemayı, sessiz günlük olaylardan, haber toplarken edindikleri yaşantıdan yola çıkarak, açıkhava'da geliştirdiler. Welles ise onu (üstü kapalı) iç sahneler'de, aralıksız sürüp giden bir ikili konuşmanın temel boyutlarından birini oluşturduğu
birtakım sesli bakış açıları örgüsü içinde canlandırmaktadır. 1946 yılında eleştirmenlerin Yurttaş Kane'i çözümlerken ne büyük zorluğa düştüklerini hatırladıkça insanın gülesi geliyor, gerçekte, o günlerin sinema eleştirisi, bu filmi dinlemeye dayanamayacak durumdaydı genel olarak. Cahiers du Cinéma dergisinin, Welles'i, çağdaş sinemanın ağababası sayması çok yerindedir. Bresson'dan on, Antonioni'den on beş, Resnais ve "edebî" filmden yirmi yıl önce, Welles, diyalektik olarak, sözlü sinemayı sözsüze dönüştürmeye uğraşıyordu. Yani, ses şeridiyle açıklama, söyleme ve anlatma görevinden kurtulan görüntü, abartılmış ima, yoğunluk ve saydamsızlık gibi araçlarla yine o eski açınlama büyüleme ya da göz kamaştırma gücüne kavuşuyordu. Bardèche'in, doğru'nun hemen yakınından geçerek, bu devrimin anahtar'ını vermiş olması epey hoştur doğrusu: "Bu türü filmler, bize, konuşmanın elbirliğiyle lanetleneceği günlerin yaklaştığını göstermektedir."

Demek ki. Yurttaş Kane'in ve Welles'in barokçuluğu. Dışavurumculuk gibi, fizikötesi bir "weltanschauung"dan çok, siyasal bir var olma karşı çıkma isteği halinde kendini belli etmektedir. mario nuzzo, Welles'i büyük kaçaklar, eski kuşağın başkaldıran çocukları arasına katıp, Avrupa için çok ilkel, Amerika için de üstün yetenekli, Avrupa'cılık hastalığına tutulmuş bir züppe diye niteleyebilir ve eline, aynı kavga için, aynı silâhları verebilir. Bizse onun kötü beğeniyi göklere çıkarışında, barokçuluğunda, öncelikle, dünyaya yöneltilmiş bir savaş, ulusunun bir türlü kafasından atamadığı o ilkelcilik'e gösterilen bir tepki görmek zorundayız.

bakış ve görüntü

Bakış teması, Yurttaş Kane'in hakim olan öğedir; ayrıca, ikili çekim yardımcı teması, görüntüye, yansıya dayanan bir uygarlığın ayrılmaz niteliklerine, yani kişilerin gösterişçi ve kendi kendilerine hayran insanlar oluşlarına parmak basmaktadır. Aynalı odalar; aynı olayın hem "nesnel", hem de "öznel" açıdan verilişi, olaya karışan kişinin, başkalarını seyrederken seyredilişi, kendini bir şeyler götürürken görüşü, kendisi için varlığı'nın, aynı anda, başkası-için varlık oluşu; kimsenin varlığı olmayış. Tanrısal bakış açısı, fotoğrafın bulunuşundan beri, "ben"i "biz"le aynı çizgiye getiren, hem kendisi-için varlık'ı, hem de başkası-için varlık'ı yaratmakta olan kameranın bakış açısı; falcı merceğine benzeyen Rosebud küresi; dürbünün tersinden seyrediliyormuş gibi verilen upuzun piknik kervanı; renkli bir camın üstündeki göze uydurulan gözün bir dizi görüntüyle verilişi (burda dekor, içinde yaşayanları gözleyip yargılamaktadır); Xanadu'ya pencereden, El-Rancho'da, Susan'ın çalışma odasına, damdaki camlı bölmeden, "teleskobik" girişçıkışlar...

El-Rancho'nun damındaki ikili travelling'e ucuz diyenler çoktur. Oysa bu, basının, insanların vicdanına, en gizli yaşamına el uzatışının somut görüntüsü değil midir? ve Yurttaş Kane de bunun canlı örneği ve yadsınması olmak istemiyor mu? Hiç durmadan tekrarlanan o saat imgesi, önce annesi gibi şarkıcı olmak isteyen, oysa şimdi bir gece kulübü işleten Susan dahil. Amerikan kültürünün o hale getirdiği bütün kişilerin, önce saptanan, sonra resimlerle verilen, gözümüzün önüne serilen yaşamının canlı simgesi değil mi?

Renkli cama uydurulan göz örneğiyle, Sartre'ın "tekrarlı bölümler" adını verdiği sahnelere bakarak, welles'in filmindeki en sarsıcı yanı bulma denemesine girişebiliriz belki. Tokatlanan, aşağılanan ve buna başkaldıran Susan'ın gözünü dekorun soyut gözüne uyduruşunu gösteren zincirleme sahnede, görüntülerdeki görevlerle güçlerin sayısız olduğunu hissediyoruz. Sırf şu yer değiştirme (piknik çadırından şatonun içine geçiş) sahnesindeki o - giz dolu - az sözle çok şey anlatma ustalığını ele alırsak, bu bölümde cansız varlıkla yarı canlı varlık arasındaki o garip özümleme, o insansız dekorla insanlıktan uzaklaşmış kadında birdenbire ortaya çıkan görkemli tinsellik (aslında ne birini, ne de öbürünü görürüz), bakışın saldırganlığı, ben, biz ve hiç kimse - bize hiç konuşmadan bir şeyler söylemekte, göstermeden bir şeyler göstermektedir. Sinema, burada, yazı'ya dönüşmektedir. Sözcüklerse görüntüdür, nesnelerin görüntüsüdür. Ve nasıl her cümle kendisini oluşturan sözcüklerin ötesinde bir şeyse, görüntülerin anlattığı da görüntünün kendisinden fazla bir şeydir. Artık hiç bir sesi dinlemeyiz. Hiç bir şeyi görmeyiz. Okuruz. Okuyucunun sözcükleri canlandırışı gibi, bizde görüntüleri canlandırırız; onlara birer imlem yakıştırırız. Böylece kurgu, kısa planları ardarda getirerek, oymacılığın sürekliliğini de bozmadan, belirsizlik, küçük parçaların çoğul zenginliği ve şiirsel izlenime özgü karanlık bırakış yardımıyla, filme yepyeni bir anlam ve imlem gücü kazandırır. Burada anlatı isterseniz anlatı değil de, hatırlatma diyelim tıpkı romanlardaki düzyazıda olduğu gibi, hem anlatıdır, hem de olaydır, dramdır.

Welles'in ilkin, Kane'in aile yaşamının önüne geçilmez çöküşünü, ikinci olarak da, Susan'ın, intihara dek varan sahne "yaşamı"nı çizerken kullandığı "tekrarlı sahnelere" gelince, bu yöntem de, sanıldığından çok daha yeni ve zengindir. Sartre, bir alışkanlığı ya da bir tekrarı dile getiren di'li geçmiş zamanın dengidir diyerek, bu yöntemin gerçek değerini göstermiştir. Yurttaş Kane'de, (anlatım) eylemin bir parçasıdır, eylemin kendisidir; anlatının ana örgüsü odur. Anlatan şöyle demektedir sanki: "Adam onu her yerde şarkı söylemeye zorluyordu; kadın bundan bıkıp usanmıştı; bir gün adama açılmaya niyetlendi..." Ama bununla alışılmış sinema dilinden uzaklaşmış olmuyoruz, yalnız, Welles, şimdiki zamanın yerine di'li geçmiş zamanı koyuyor.

Lirik iç döküş bir yana - ki bu iş, La Roue'da (Tekerlek) rayların şarkısı ile başlayıp, sessiz Sovyet sinemasının bütün "ilâhi"lerinde devam etmiştir -, böyle bir kurgu, genellikle, ancak iki erek için kullanılmaktaydı: ya bir kavram'ın yerini tutmak için, ve burada görüntü sözcükleri, tarihleri, bir metni görüntülemektedir. (bir takvimin yaprakları teker teker düşer, bir görünüm ya da bir yapının görünüşü değişir, gazete başlıkları birbirini izler falan); ya da, atılacak bazı bölümlerin özeti çıkarılarak, bir anlatıyı ölü ya da işe yaramaz sayılan anlarından temizlemek için. Her iki durumda da, hep yarar peşinde koşan biçim, özden önce gelmekteydi. Kane'de ise, özle biçim ayrılmamacasına birbirinin içindedir. Welles anlatım biçimini değiştirmekte, ama yine aynı öyküyü anlatmaktadır, öykünün özü, dolayısıyla ilgimiz, olduğu gibi kalmaktadır. Bu filmdeki kurgu bize bir bilgi değil, sürekli bir oluş halinde bulunmayan, kopuk kopuk bir gerçeklik verir. Bu parçacıklar hiç bir zaman menteşe gibi birbirlerine kenetlenmemiştir, ama filmin geri kalan yanından ayrı da değildirler Tıpkı bölümsel sahnelerin gerçek zaman içerisinde yer alışı gibi, onlar da film'dirler. Ayrıca şunu da belirtelim ki, yapıtın türü yani bir sürü anlatıdan kurulu anlatı türü-, böylesine doğal bir uyuma aykırı değildir. Ve filmin o olağanüstü yoğunluğu da işte buradan gelmektedir: gerek bir anlatı, gerek bir haber yazısı olarak, film, belge niteliğini korumaktadır.

Yurttaş Kane'i Geçmiş Zaman Ardında'nın sinemasal örneği, ve filmdeki ünlü cam küreyi de romandaki en az onun kadar ünlü Madeleine çöreği haline getirmek için bir sürü insan olanca zekâ ve saflığıyla çalışmıştır. Oysa, şekerli çöreğin, Guermantes'ların bahçesindeki takuş tukuş taşların ya da Vinteuil'ün o küçücük cümlesinin, Proust'un temel taşını meydana getirdiği ve ordan yola çıkaran kendini insan ve yazar olarak kurtaracağı son derece özel bir iç yaşantının (tecrübenin) başlangıç noktası olmasına karşılık, Welles'in filminde Kane'in geçmişinin incelenmesi onun tüm dışındadır ve ancak Kane'i tanımış olanların «geçmiş zamanı»m kapsamaktadır, ve cam küre, Proust'taki gibi, bir başlangıç değil, yalnızca bayağı bir anı-nesne'dir, ki bu ayrım, aslında, çok önemlidir tabiî. O, Kane'e geçmişinin anahtarını vermemekte, bu geçmişin bütününe yeniden sahip olmasını sağlamamakta, rosebud'u yeniden keşfettiği zaman, gözlerini kamaştırıp ya da umutsuzluğa düşürerek, Kane'i kendinden geçirmemektedir. Bu cam küre, onu ölüm saatıyla yüz yüze getirebilecek, onu o müthiş yalnızlığından kurtarabilecek biricik tanık, biricik duygusal gerçekliktir.

Melodramlardaki "anamın haçı"dır bu cam küre, goriot baba'nın, iki kızından uzakta can verdiğini gördüğü an istediği örgülü saça takılan zincirle madalyadır. Bilinçli bir yoksunluğun simgesi olarak, Kane onu uzun süredir büyük bir kıskançlıkla saklamaktadır; ama ne kadardır bu süre? Susan gittikten sonra, odayı kırıp geçirirken ona dokunmamıştır. Rosebud sözcüğünü daha önce de söylemiş, ve bu lâf sinirlerini yatıştırmıştır. Belki de aslında çocukluğuyla hiç bir ilgisi yoktur, ve belki de Kane, günün birinde, ona böyle bir ilgi yakıştırmıştır. Her neyse işte, spor kızağı da Xanadu'daki mobilyalar arasında yatmaktadır, oysa bu akıl alacak şey değildir. Bununla birlikte, kızakla cam küre Kane'in çocukluğundan başka bir şeye bağlı olabileceği için, ruhsal çözümleme yoluyla bir açıklamaya, bir doğrulamaya girişmek istemesek bile, araştırmayı bulguya yeğleyen Kane'in saçma bir yaratık olduğunu kolayca kabul edebiliriz. Bunu yapınca da, "Proust'çu" açıklamadan alabildiğine uzaklaşmış oluruz.

Yurttaş Kane'in sanatını dos passos'unkine benzetmek isteyenler de çıktı. Bu karşılaştırma pek de boş değildir. Ancak onu aşmak söz konusudur bu yapıtta. Gerçekten de, Welles, örneğin Dos Passos'un kullandığı o toplu bakış açısını bilinçli olarak yadsımak ister gibidir. Sartre ne de güzel söylemiştir: "Bir yaşamı Amerikan gazetecilik tekniğiyle anlatmak, onu, Salzbourg dalı gibi toplumsal bir gerçek haline getirmeye yeter. Dos Passos'un insanı, hem içe, hem dışa dönük, melez bir varlıktır. Onunla birlikte, onun içindeyizdir, onun sallantılı bireysel bilincinde yaşarız, ama birden bu bilinç direnmekten vazgeçer, zayıflar, toplumsal bilinç içinde eriyip gider. Oysa Yurttaş Kane'in amacı, toplumsal bilincin hiç bir zaman bir bireyi özetleyemeyeceğini göstermek, ve son derece bütüncü toplumsal bir yapı tarafından ta özünden bozulmuş da olsa, azıcık değerli bir insanın hemen sürüden ayrıldığım, göze battığını ima etmek değil midir?

Onun için, "Yurttaş Kane'deki, şurada ileri atılışlarla daraltılan, ötede derin geriye dönüşlerle çekilip uzatılan zaman, tıpkı Proust'un yapıtında olduğu gibi, başlıca dramatik öğedir" diyen Jacques Bourgeois'nin bu sözünü pek yerinde bulmuyoruz. Proust yeniden bulduğu geçmişiyle aynı anda yaşamaktadır. yumak halindeyken açılan, sonra yine sarılan zaman, onun yapıtında, Bergson'un Faulkner'ın kahramanları, hiç bir zaman yitip gitmeyen, hep gözlerinin önünde duran yapışkan geçmişleri içinde yaşamaktadırlar, o ünlü bellek-yaşamı'na benzemektedir, onun tarafından büyülenmiştirler. Dos Passos'un zamanı düzmece bir şimdiki zamandır, artık hiç bir şeyi saklayamayan, çürümüş bitmiş bir toplumsal bellektir. Welles'de, hattâ Kane'de çok geniş bir özgürlük vardır, onun için de, geleceklerinden vazgeçip bu kişiliksizliği kabul edemezler. Bir anlatı, açıklamak, dünyaya bir düzen getirmek zorunda olduğu için geçmiş zamanda verilir. Yurttaş Kane de - bir sürü anlatıdan kurulmuş bir anlatıdır, öyleyse geçmiş zamandadır. Ama bu anlatı sinema diliyle yapıldığı ve sonunda bir düzen getirmek zorunda kaldığı için, zaman zaman, hiç de çelişmeye düşmeden, şimdiki zamanda verilmektedir. Böylece Kane Özgürlüğünü elde etmekte ve bütün öykü (yalnız Kane'inki değil, filmin bütünü) gerçeklik kazanmaktadır. Gerçeklik ve yavuzluk. Çünkü Kane'in "giz"inin, gözden kaçan bu boyutun, Kane'e yaklaşmaya çalışan ve ona ayıracakları yer önceden belli olan kişilerin hiç ilgisini çekmemiş bulunması gerçekten çok anlamlıdır. Bilmecede eksik kalan parça, Kane'in özgürlüğüdür, ama sonra kızak gözümüzün önünde yanıp kül olmakta ve bize, Welles'in lütfuyla, sorunun anahtarını, bilmecenin eksik parçasını vermektedir: welles'in özgürlüğüdür bu.

Aşırı da olsalar, televizyon yazarı welles'in sözleri bize sinemacı welles'in köklü özgünlüğünü göstermektedir. "Televizyon dramatik bir anlatım aracı değildir, anlatısaldır, hattâ öyle ki, en iyi hikayeci odur. Ben öyküleri dramlara, sahne oyunlarına, romanlara yeğlerim." "En önemli şey anlatılandır, gösterilen değil. Sözcükler artık sinemanın düşmanı olmaktan çıkmıştır: film, sözcüklere yardım etmekten başka bir iş yapmaz çünkü televizyon, gerçekte, resimli radyodur."

welles, televizyonda da sürdürdüğünü açıkladığı sinemayla radyo arasındaki bu bireşimden yola çıkarak, ima ile görüntü arasında büyüyüp gelişmiş bir sanat olan sinema sanatının temel çelişmesini, anlatı-belge, geçmiş zaman-şimdiki zaman çatışmasını, kendine özgü bir biçimde çözmek üzere, yeniden yaşamış ve düşünmüştür. Sessiz film görüntülerle konuşuyordu. 1930'la 40 arasındaki sesli filmlerse yalnız sözlerle konuşuyordu. welles'le birlikte, ve welles'ten sonra, sinema hem görüntüyle, hem sözle konuşur olmuştur. Sözcükler artık sinemanın düşmanı değildir, ama onlar görüntüyü de bir kıyıya itmezler. Ve bu "resimli roman" bizi şaşırtmamalıdır: filim sözcüklere yardım etmekte, sözcükler de filme. "En önemli şey
anlatılandır, gösterilen değil." Ama ya anlatılan gösterilen'de varsa sözcüklerle ortaya konmuşsa? Gözle görülür kılınmışsa demiyorum, çünkü böyle bir sıfat, metnin bir şeyler betimlediği anlamına gelebilir. Metnin ortaya çıkardığı, var ettiği diyorum. Dram içerisinde, konuşulan dilin berisinde kalan sözcüksüz bir dil gibi gelişen, sessiz mimikli sinemaya karşılık, çağdaş sinema, dilin ötesine geçmek, sözcüklerin verdiğinden öte bir dil olmak istemektedir: roman ya da şiir. Ama önemli olan yine de konuşulan dildir. Görüntü, mimik aracılığıyla, sözü dilsizlik içinde dile getiriyordu. Bugünse, söylenen metnin arkasındaki görüntü, söze bir çokdeğerlilik, okunan bir metnin çokyüzlülüğünü kazandırmaktadır. Ve diyalektik olarak, görüntü, sözü hem yıkmakta, hem de desteklemektedir.

welles'in sineması, welles'deki doğa ve «karakter», kişilik ve inançlar çatışmasını dile getirmektedir. Kişilik anlatı'yı ortaya çıkarmaktadır: yazarın hiç bir zaman ortadan silinmediği, tam tersine, bütün gücüyle, bütün yetkisiyle boy gösterdiği, önermeden önermeye geçerek derdini anlatma biçimi, inançlarsa, kahramanlara belli bir özgürlük tanımaktadır. Kurgu, bunlar arasındaki diyalektik bağı yaratmakla yükümlüdür.

İşin asıl şaşırtıcı yanı şu ki. Yurttaş Kane 1946'da Fransa'da gösterildiği zaman yayımlanmış eleştirileri gözden geçirdiğimiz,- filmden yana çıkanlar da içinde olmak üzere, hemen - herkesin, bunun kısa ömürlü bir yapıt olduğunu, bir başlangıç noktası olmak ne demek, sadece, uzun bir geleneğin son halkası, garip bir üstün yeteneğin topluma mal edilemeyecek gelip geçici bir ışıltısı olduğunu düşündüğünü görüyoruz. Oysa bu eleştirmenlerin hepsi, gerek derin görüş alanı, gerek filmin-durgun ya da hareketli-uzun planlara bölünmesi eğilimi, gerekse deyiş içtenliği ve özgürlüğü yönünden Yurttaş Kane'e çok şey borçlu eski ya da yeni bir sürü film sayacaklardır; çünkü yazarın varlığı üslûbun ardında öylesine belirgindir ki, deyiş, onu yaratan insan olup çıkmıştır, ikisi de aynı değerdedir. Çok doğal bir oluşumla, biçimin kalıcılığı, kişiliğin, yani deyiş'in kalıcılığından önce kendini belli etti. Bu konuda Cocteau'nun sözlerini ödünç alabiliriz (o bu lâfları kübizmi açıklarken kullanıyordu): Bazin bölümsel sahnelerden söz etti, yaratıcılar bunu her yerde kullandılar. Ondan sonra, en iyileri, kurguyu ve kurgunun somut evren içinde soyutlama yetisini yeniden keşfettiler. Sırf görüsel açıdan da olsa bize anlatılan dram, gösteri ya da anlatı, adım adım çözdüğümüz bir yazı haline gelebildi. Yurttaş Kane'deki tutkuların bu sözcüğü bile bile kullanıyorum en gerçek mirasçısı, gelmiş geçmiş öykücülerin en büyüğü olan Jean-Luc Godard'dır derken yanıldığımı hiç sanmıyorum. Ve onun da, Shakespeare'den çok "güldürü ögeleri"yle uğraşması ne büyük kayıp...

barthelemy amengual
çeviren: bertan onaran
yeni sinema dergisi, ağustos - eylül - ekim 1968
sayfa: 23-24-25-26-27-28-29
https://www.arsivsozluk.com/d/47
Devamını okuyayım...
disco
0

red steel 2

artık her şey daha özel, daha gerçekçi!

nintendo wii 2006 yılında ilk duyurulduğunda yeni kontroller için tanıtılan oyunlar arasında dikkatleri çeken bir oyun vardı. bu oyun, kılıç dövüşleriyle merak uyandıran red steel'di. herkes wii mote'u bir kılıç gibi savurmak için sabırsızlanıyordu. ancak ilk oyun çıktıktan sonra önemli bir görüş ubisoft'un oyunu aceleye getirdiği yönündeydi. konsept olarak heyecan verici bir oyun, ciddi bir kitle tarafından hayal kırıklığı ile karşılandı. çünkü beklenti hat safhadaydı. aradan 3 yıl geçti ve ubisoft red steel 2'yi duyurdu. oyun duyurulduktan itibaren ubisoft'un attığı her adımdan bu oyuna ne kadar önem verdiği anlaşılıyordu. öncelikle grafik tarzı değiştirilmişti. cel-shade'e yakın, daha renkli ancak sert havasından uzaklaşmamış ve "wii'ye yapılabilecek en iyi grafik tarzı" denecek türde bir grafik ortaya çıkmıştı. yapımcılar bu sefer oyun hakkında emin konuşuyorlardı, hatta çıkış tarihi 3-4 ay ertelendiğinde yapımcılar "daha mükemmel ve kusursuz olması için yapım sürecini uzattık" demişlerdi.

red steel 2, motionplus kullanıyor. bunu harekete duyarlılığın dışında artıları da var. örneğin artık kılıcı yukarı da savurabiliyoruz. düşmanlarınızı hangi açıdan, hangi tarafından isterseniz oradan indirebiliyorsunuz. kılıcın yanında silah da kullanacak ve aynı anda altı kişiyle birden dövüşebileceksiniz. sadece kılıcı savurmanın yanında çeşitli kombolar yapıp oynanışı eğlenceli bir hale getirmek mümkün. tesadüfen de olsa yaptığınız komboları hatırlamak için bir hareket listesi mevcut. buradan komboların nasıl yapıldığına bakabilirsiniz.

geçtiği mekanlar batı ile japonya öğelerinin karışımı gibi duruyor. atmosferi çok iyi sunulmuş. ayrıca oynanış 60 fps olduğu için hareketler de çok akıcı görünüyor. red steel 2, ilk oyunundan tamamen farklı bir deneyim sunma hedefiyle yola çıktı. gerçekten de bu oyun farklı bir isimle çıkabilirdi. ancak ubisoft ilk oyunla oluşturduğu hayal kırıklığını kırmak istedi. dünyadaki genel görüş olumlu yönde. bu tarza yakınlık duyuyorsanız denemeniz gereken ilk oyun red steel 2.

+ ilginç bir uzak doğu ve vahşi batı karışımı atmosfer
+ yenilenmiş kılıç dövüşleri
+ 60 fps
- kontroller hala tam tadında değil

son karar: bu tarza yakınlık duyuyorsanız tam size göre.

kadir çakır
nintendocu dergisi - nisan, mayıs, haziran 2010 - sayı: 3 - issn: 1309-0062
sayfa 52

https://www.arsivsozluk.com/d/15
Devamını okuyayım...
arsivsozluk
0

pc commerce

Müşteri lisans anahtarıyla yazılımı serbest bırakma hakkına sahip olacak.

Digital Square firması yeni satış düşüncesi ile sade yazılımı “kullanıcıya” getiriyor: Bilgisayar satılırken kilitlenmiş bir yazılım paketi sabit disk üzerine kaydediliyor. Eğer müşteri bu programlardan birini bilgisayarına kurmak isterse internet üzerinden bir lisans anahtarı satın alabilir ve bu anahtarı kullanarak yazılımı serbest bırakabilir: Bu konudaki risk:

Şayet hacker’lar bu serbest bırakma kodlarını çözecek olurlarsa firma bir işgal tehlikesi altına girecek. Seneler önce benzer bir prensiple çalışan Yellow Point CD’sinin başında buna benzer bir olay geçti: kırılan ve daha sonra dünya çapına dağıtılan serbest bırakma kodları sayesinde cd çok büyük ilgi gördü.

Kaynak: Chip Dergisi – Haziran 2000 – ISSN: 1300-9419 Sayı: 200006
Sayfa: 11

https://www.arsivsozluk.com/d/9
Devamını okuyayım...
disco
0

amiga 4000

uzun zamandan beri yeni bir gelişme göstermeyen, eski sistemlerin yeni modellerini üreten commodore firması sonunda yeni seri amiga'ları piyasaya sürdü. aslında daha önce a800, 2200, 4100, 4200 ve 4300'ün tasarımlarının yapıldığı haberi ve bu yeni modellerin özellikleri commodore'dan bildirilmişti. fakat beklenenlerin tersine 4000 serisi yerine tek bir a4000 modeli ve diğerlerinin yerine de mini 4000 sayılabilecek sürpriz bir amiga modeli üretildi ve a1200 satışa sunuldu. her iki makina da commodore'un piyasadaki imajını yükseltecek özellik ve gelişimleri sahip.

hatırlarsınız firmanın ürettiği en son makina amiga 600'dü. gerçek bir ev bilgisayarı olarak tasarlanan ve bu amaçla piyasa sürülen 600, commodore'un oyun ve iş makinalarını birbirinden ayırt etme yolunu seçtiğine dair ilk mesajı veriyordu ve yeni nesil makinaların çıkmasıyla bu kanı daha da güçlendi. özellikle amiga 4000 pek çok yönden kullanıcının ihtiyaçlarına cevap verebilecek bir makina. her şey yenilenmiş ve ek pek çok özellik getirilmiş. ilk göze çarpan değişiklikler ise dış görünüşte. klavye amiga cdtv'ninkiyle aynı mouse ise tüm kullanıcılara azap veren garip mouse yerine gerçekten makinaya uygun hızlı bir yardımcı, drive artık 1.76 mbyte diskleri formatlayabilen hd drive. makina iç donanımına girdikçe a3000 ile arasındaki farklar ortaya çıkmakta. ilk olarak 3000'de olup 4000'de bulunmayanlar:

4000'in üzerinden 3000'e göre daha az konektör var. sahip olduklarınız seri, paralel, ek disk sürücü ve video bağlantıları, scsi portu, 31khz monitör çıkışı ve composite video çıkışı makina içinde yer almıyor. 31khz çıkış almak için ufak bir adaptöre ihtiyacınız var.

4000'e ait ek özellikler ise şöyle:

cpu 56ec040, bu çip intel 80486sx çip'inin motorola modeli. matematik ünitesi (fpu - floating point unit) ve bellek yönetim ünitesi (mmu - memory management unit) çıkartılmış durumda. bunun tek sebebi ise makina fiyatını ucuzlatmak. hemen belirtmek isterim makinanın dizaynı yapılırken gelecekte çıkabilecek güçlü çiğler düşünülmüş ve cpu, board yerine ayrı bir slot üzerine yerleştirilmiş bu sayede 68050, 68060 veya üstü bir çip çıktığında makina üzerindeki çip'i çıkartıp yerine yenisini takma imkanına sahipsiniz.

1- 68040: yeni amiga'nin kalbi. 25 mhz hızda çalışan işlemci.
2- aga chipset: yeni özel çipset, aga çipset sayesinde workbench 256 renkte çalışabiliyor.
3- ram expansion: 32 bit çip memory, 16 mbyte'a kadar yükseltilebiliyor.
4- ide interface: scsi'lere gøre ucuz olan ide hard disklerin kullanılabilmesi için arabirim.
5- floppy sürücü: 1.76 mbyte'a kadar disketlerimizi kullanabileceğiniz yüksek kapasiteli yeni disk sürücü.

amiga dergisi - şubat 1993 - sayı 1
sayfa: 9

https://www.arsivsozluk.com/d/26
Devamını okuyayım...
retrolover
0

greta garbo

şubat 1970 tarihinde, filim dergisi'nde hakkında bir yazı yazılmıştır.

stockholm'de 18 eylül 1905'te doğdu. asıl adı greta lovisa gustafsson'dur. para sıkıntısı çeken garbo ilkin bir büyük mağazada satıcılık yapar, sonra da kısa reklam filmler çevirir. 1922'de "serseri peter" adındaki bir güldürü filminde oynadı. bunun hemen ardından da aktris olmaya karar vererek bir tiyatro okuluna yazıldı. burada rejisör mauritz stiller'le tanışır. stiller, ondaki son derece kuvvetli başarıya erme isteğini farkeder, onu himayesine alır - takma adını da ona yine Stiller vermiştir - Gösta Berling'in Hikâyesi adlı filminde lars hanson'la birlikte ilk büyük rolünde oynatır. Stiller'in başyapıtı olan bu film, bütün dünyanın ilgisini mesleğe yeni başlayan bu yıldızın üstüne çeker. Bundan sonra, baş oyunculuğunu Asta Nielsen'in yaptığı, Pabst'ın Neşesi Sokak adlı filminde ikinci derecede bir rolde görürüz onu (1925). Bu yıllarda İsveç sineması bir kriz geçirmektedir. Bu nedenden Stiller giderek Hollywood'a yönelmiş ve Garbo'yu da yanına katıp ABD’ye göç etmiştir.

Stiller, kendisi ve Garbo için imzaladığı kontrata rağmen, louis b. mayer bu genç aktrise hiç ilgi göstermemiş, hatta Garbo, New Yorkta bir süre için işsiz kalmıştır. İşte, bu sırada fotoğrafçı Arnold Genthe'nin dikkatini çekmiş ve Genthe'nin yayınladığı fotoğrafları, büyüleyici, esrarengiz, Büyük Garbo ef sahnesinin yayılmasına sebep olmuştur. Bundan böyle de, ilk Hollywood filmi Sel'den sonra, erkeklerin mahvına sebep olan ve onları acı bir biçimde suç işlemeye sürükleyen, meş'um kadın tipini canlandırır: ilk büyük başarısı 1926'da, romantik "jeune-premier' John Gilbert ile birlikte çevirdiği Vücut ve Şeytan filmidir. Bu iki yıldızın, «çağın âşıkları» biçiminde bir çift durumuna gelmesinden sonradır ki Garbo, Yüce Garbo olarak belirmiş ve pek çok genç kız tarafından taklit edilen solgun ve oldukça sert yüzü, dünyada bir sürü kalbi heyecanla attırmıştır.

1927'de çevirdiği Aşk - anna karenine filmiyle daha sevimli rollerde karşımıza çıkmaya başlar ki, bu filmde de Tolstoi Garbo'nun hizmetine girmiştir, sanki. Seyircisinin isteğine uygun bir biçimde gittikçe daha büyüleyici ve çekici olan Garbo, Stiller'in ölümüyle büyük bir ruh çöküntüsü geçirir. Büyük oyuncu Garbo, sesli sinema sınavını da büyük bir kolaylıkla geçer ve Grand Hotel'de çevresinde toplanmış yıldızlar anıtını yiğitçe ayakta tutar. Bununla birlikte fobi derecesindeki reklâm düşmanlığı, onu gittikçe artan hayranlar halkasını kırmaya iter. Gün geçtikçe bir kaç dostunun dışında herkesle ilişkisini keser. John Gilbert ve orkestra şefi Sotokowski'yle salt reklâm nedenlerinden ötürü ilişkisi olduğu söylenilir. Garbo bu dönemde film çevirmekte devamla yetinmiş ve iki kez New York sinema eleştirmenleri ödülünü almıştır; bunlardan biri Aşk adlı filmin, bir biçimde yeniden çevrilmesi olan Anna Karenine, öbürü de, onun en iyi rollerinden biri olan "Camille" içindir.

Bütün bunların yanısıra Garbo, salt ticari yönden M.G.M. şirketinin gözünden gitgide düşer, bu arada Lubistch'in senaristliğini yapmakta olan billy wilder'in düşsel ve hatta komik bir rol olan Ninotcka teklifini kabul eder. Bu rolle Garbo, ilk kez püriten bir kapalılıktan daha açık bir kadınlığa şampanya eşliğinde, yönelmeye çalışır. Bu filmin başarıya ermesi kendisinde film çevirmeğe devam etmesi cesaretini uyandırır ama İki Yüzlü Kadın tam bir fiyasko olur. Büyük Garbo, artık kendinde yeni bir deneye girme cesaretini bulamaz ve beyaz perdeden, önceleri geri dönmek niyetiyle, sonraları kesinlikle, çekilir.

Çevresindekiler, geri dönmemesini, dönüşü gerektirir bir konunun yokluğuna bağlamakta ısrar ederler. Saygısız fotoğrafçıların uzun süre beslediği, yeniden ortalarda gözükmesi umudu, gittikçe kaybolur. Bugün bile Greta Garbo, kadın güzelliğinin, duygusal erotizmin ve derin tutkunun, sinematografik alandaki ifadesi olarak anılmaktadır. Gerçekte ise bu bir beğeni meselesidir, kişisel ve Garbo «efsanesi» ile şartlandırılmış bir beğeni. Bazı muhalif kişilerin gözünde ise Garbo, oscar wilde'ın çoğunlukla haksız «kadın gizi olmayan bir sfenks'e benzer» sözünün uygulamadaki basit bir örneğidir.

Garbo, kimi iyi olan filmlerinin (Et ve Şeytan, anna christie, camille gibi) tümünü, daha ilk parlayışından başlayarak kurtarmayı bilmiştir.

Şunu da belirtmek gerekir ki toplumsal, ahlâkî ve hatta tarihi bir olay olan Garbo, bir çelişkiyi yaşatmayı başarmıştı: son kertede çekingen, tutuk ve önüne geçilmez soğukluktaki yapısını, cinsel çekiciliği ve tutkunun uçurumlarını içinde saklayan bir yapı olarak kabul ettirmiş olmak çelişkisiydi bu. Bu anlamda Garbo, sinemada, tılsımlı değerlerin varlığını ispatlayıcı önemli bir örnek olarak kalacaktır.

filim dergisi - 1. sayı - şubat 1970
sayfa: 4,5,6

https://www.arsivsozluk.com/d/42
Devamını okuyayım...
disco
0

greta lovisa gustafsson

(bkz: greta garbo)
disco
0

soldiers: heroes of world war ii

oyun hakkında, volkan akaalp tarafından, progamer dergisinde ön inceleme yazısı yayımlanmıştır.

tarihte bu kadar savaş olmasaydı oyun yapımcıları ne yaparlardı bilemiyorum. işte yapılan savaşların en büyüğü, belki de en çok kan döküleni yani ikinci dünya savaşı bir kez daha konu alınarak rts türünde yeniden, codemasters aracılığıyla strateji severlere sunulacak. soldiers: heroes of the world wide 2 aynı zamanda commandos 3, hidden and dangerous 2 ve sensible software'in klasiği olan cannon fodder gibi oyunlarla da benzerlik gösteren bir taktik oyunu. aynı anda birbirinden farklı bu kadar çok oyuna benzetmem garip gelebilir ama yazının tamamını okuduğunuzda hak vereceksiniz.

soldiers'a birliğimizdeki bir avuç askerle başlıyoruz. tipik olarak birliğimizde 3 ya da 4 bölük kalmış oluyor. oyunda başladığımızda pek de verimli silahlara sahip olamayacağız, fakat öldürdüğümüz düşmanlarımızın silahlarını toplayabilme şansımız var ya da çevrenize dikkatle bakarsanız başka silahlar da bulabileceksiniz. oyunda 25'ten fazla silah seçeneğimiz olacakmış. bıçaktan makineli tüfeğe, sniper'dan molotof kokteyline kadar savaş ortamında ihtiyaç duyabileceğiniz ne varsa (matara hariç olabilir) oyuna eklenmiş. oyundaki hiçbir askerin uzmanlığı yok ve ne yazık ki kendi birliğimizi yaratıp istediğimiz şekilde silahlandıramıyoruz.

sinsice ona doğru sürünürken...

soldiers: heroes of the world war ii'nin iddiali olduğu alanlardan biri gerçekçilik. tıpkı call of duty'deki gibi soliders'da da savaşı bizzat iliklerinizde hissedeceğimizden söz ediliyor. oyunda, hidden and dangerous 2'de olduğu gibi kontrol sistemlerini değiştirerek tüm askerlerimizin hareketlerini zaptetmek çok daha kolay hale gelecek. daha iyi oynamak için karışık manevralar yapmamız ya da görev içindeki alt görevleri yerine getirmemiz gerekecek. genellikle askerlerimizin hepsini kontrol etmek zorunda kalacağız, taa ki onlar kendilerini doğru düzgün savunmayı öğrenene kadar.

codemasters'ın yapımcısı callum godfrey, soldiers'ta gizli hareketlerin ne kadar etkili olabileceğine dikkat çekiyor. anlayacağınız, bu aynı zamanda gizliliğin de çok ön planda tutulduğu, düşmanlarınıza "allah allah!" nidalarıyla girişmenin yersiz kaçacağı türden bir oyun. üçüncü şahıs bakış açısına geçerek birliğinizden tek bir askerin kontrolünü üstlendiğinizde adamınıza örneğin düşmana sessizce arkadan yaklaşıp boğazına bıçağı dayamak gibi hareketler yaptırabileceğinizi, sürünerek ilerlemenin, gölgeleri kullanmanın, kalabalık bir üste sessiz silahlar kullanmanın oyunun özünü oluşturduğunu belirtelim.

soldiers'taki boşluklardan biri de araç çeşitliliği. her biri incelikle tasarlanmış, ikinci dünya savaşı ortamına yakışan tam 105 araç bulunacak oyunda ve biz tümünü kullanabileceğiz, tabii elimize geçerlerse. çünkü birçok aracı kullanabilmek için önce onu kullanan düşmanı ortadan kaldırmanız gerekiyor. gta'nın biraz daha riskli olanı! ayrıca araçlar sadece görünüşleriyle değil fizik, hasar ve ses efektleriyle de son derece gerçeğe uygun olacaklar ama ses konusuna dikkat! araç kullanırken çıkacak sesler düşmanların duyacağı bir mesafedeyse küçük bir çatışmaya neden olabiliyor. o yüzden zaman zaman dizlerinizin üstünde yürümeyi bir jipe atlamaya tercih edebilirsiniz. ayrıca düşmanlarımız uzun çimlerin ve çalıların arkasına sakladığımız askerlerimizi fark edip onları öldürmeye teşebbüs edebiliyorlar, tabii ki bu aralarındaki mesafeye göre de değişiyor.

geceleri daha iyi çalışırız

araçlarla ilgili dezavantajlar sadece bize has değil elbette. oyunun bu noktada bize haksızlık edip yapay zekaya torpil geçmeyecek olması güzel bir şey. şöyle ki, durdurmaya çalıştığınız bir düşman birliği bir araca doluşmuş kaçarken doğrudan lastiğe ateş edip onları yavaşlatabilir ya da kaza yapmalarına neden olabilirsiniz. film ve oyunların fizik kuralları arasına girmeyi bir türlü başaramayan bu türk "gerçek hayat" efektlerinin oyuna yedirilmiş olacağı söyleniyor. bir örnek daha; "headshot" hepimizin sevdiği şık bir harekettir değil mi? soldiers'da da öyle ama eğer düzgün nişan almadıysanız düşmanın beynini değil sadece kaskını uçurma ihtimaliniz de var!

oyunda kullanacağımız araçlar sırf kara aracı değil, ilerleyen bölümlerde almanlar'ın ikinci dünya savaşı'nda kullandığı uçakları da kullanma şansımız olacak. tabii onları çalacak cesarete, yeteneğe ve sabıra sahipsek. yapımcılar, büyük araçları ele geçirmenin küçüklere göre daha zor olacağını söylüyor. yani bir gündüz vakti, güneş tepede parlarken küçük bir tank(!) çalmayı başardınız diye uçakları da aynı şekilde gasp edebileceğinizi sanmayın. belki de geceyi beklemek en iyisi olacak. oyunu gerçekçi yapan yanlarından birisi de bu, o yüzden zamanın geçmesini beklerken söylenmeyin. ayrıca ekipte bir pilotunuz yoksa boşa heves etmemeniz gerekiyor.

suyu bulandırmayın dedim

soldiers: heroes of the world war ii'de gece görevleri, en önemli ve gizli hareket edilmesi gereken görevler olarak çıkacak karşımıza. bu, aynı zamanda oyunun en eğlenceli bölümlerinin de gecenin karanlığında yapılması gerekenler olduğu anlamına geliyor. yapımcılar bu noktada, askerler üzerindeki kontrolünüzün ne kadar sağlam olduğunun da test edileceğini söylüyor. yani karanlık bir yolda yaya olarak ilerleyen ekibiniz, bir tanesinin yanlış bir yola sapması yüzünden topluca tehlikenin ortasına düşebilecek. çünkü düşman toprakları gözcülerle ve commandos'tan aşina olduğumuz "alarm! alarm!" çığırtkanlıklarıyla dolu olacak. sadece üslere yaklaştığınızda değil, küçük köylerin içinden geçerken de nefesinizi tutmanız gerekiyor çünkü (bizden duymuş olmayın ama) köylüler de düşmandan yana ve perdeleri kapalı, ışıkları sönük de olsa evlerinde, kapının yanında oturmuş, küçük bir sakarlık yapmanızı bekliyorlar. o an geldiğindeyse bir anda ışıklar parlıyor, silahlı köylüler üzerinize atlıyor. bu hikayenin ne kadarının gerçek olacağını şimdilik bilemiyoruz tabii ama eğer anlatılanlar doğru çıkarsa soldiers'ın tek kişilik görevlerini yaparken epey terleyeceğinizi ve mesela öksürmek için bilgisayar başından kalkıp, evin uzak bir köşesine gitme ihtiyacı duyacağınızı şimdiden söyleyebiliriz. tabii oyun kendimizi o atmosfere kaptırmamıza yetecek kadar güçlü olursa.

soldiers: heroes of the world war ii, çeşitli multiplayer modlarına da sahip olacak. üzerlerinde uzun süredir çalışılan ve her oyuncunun kendine özel stratejiler geliştirmesine olanak sağlayacak özelliklere sahip haritalarda, ister arkadaşlarınızla birlik olup karşı tarafı son gücünüzle çökertmeye çalışın, ister deathmatch modunda birbirinizi toprağa gömün, seçim sizin olacak.

tüm bu anlatılanların ötesinde, bence bu oyunun en etkileyici yanı fiziklerinin çok başarılı olması. oyundaki tüm ağaçlar rüzgarın estiği yönde hareket edecek ve gölgeler son derece gerçekçi olacak, askerlerin ve araçların gölgeleri suda dalgalanacak. su demişken, eğer askerimiz suya bakakaldıysa, serinlemeleri için suya girmelerini de sağlayabiliyormuşuz. codemasters teknik özellikleri gibi insanı yanları da öne çıkan bir oyun üzerinde. umarız bu yaratıcı fikirlerinden vazgeçmezler.

volkan akaalp
progamer dergisi - 29. sayı - issn: 1304-3811
sayfa 6-7
https://www.arsivsozluk.com/d/32
Devamını okuyayım...
disco
0

300

spartalı sözcüğü çağdaş ingilizcede "çetin" ya da "disiplinli" gibi anlamlar taşır. spartalıların bu özelliklere sahip olduğunu söylemek yanlış olmasa da bu ifadelerin hiçbiri antik yunanın bu nevi şahsına münhasır halkını layığıyla anlatmaz. "kavgacı manyaklar" spartalılar için daha uygun bir ifade olurdu herhalde, bundan şüphe edenlerin 300'ü görmeleri yeterli olacaktır. sin city'nin yaratıcısı frank miller'ın aynı adlı grafik romanından uyarlanan 300, bu kadim ülkenin en güzel zamanlarını anıyor. sparta yıllar boyu düşmanlarına korku saldı ama ebedi şanını m.ö. 480 yılında thermopylae'de kazandı. bu cesur savaşçıların başarıları sonsuzluk vadisinde çınlamakta hala.

yapımcılarının "gladyatör üzeri sin city" şeklinde tarif etmekten hoşlandıkları 300, bronz ve kan kırmızısının hakim olduğu grafik aslına oldukça sadık kalınarak sinemaya aktarılmış, böylece film en az biri bizi gözetliyor evlerinin fantastik konukları kadar gerçeklikten kopuk olmuş. tarihte yaşanmış bir olay olan thermopylae muharebesi, ikinci pers savaşının başlangıcı olmuştu. filmde gerard butler'ın canlandırdığı sparta kralı leonidas, hoplite adı erilen 300 gözü kara savaşçısıyla kuzey yunanistan'daki 'sıcak geçit'i, tarihin babası herodot'un bir milyon kişi olduğunu iddia ettiği işgalci pers ordusuna karşı cansiperane savunmuştu. her ne kadar günümüz araştırmacıları pers ordusunun 200.000 kişiden daha fazla olmadığını iddia etse de, miller ve snyder herodot'un sayısal tahminini kullanmayı tercih etmişler. hatta filmde herodot'un kimi ifadeleri birebir kullanılmış ('o halde biz de gölgede savaşırız' gibi) ama diğer taraftan ikili, örneğin pers ordusundaki devasa fillerin sayısı kendilerinden yüzlerce kat büyük bir ordu karşısında müthiş bir cesaret gösteriyorlar. spartalı'ların hikayesi bir efsane aslında, kafasındakileri kağıda dökerken miller'ın zihninin en üst noktasında da işte tam bu düşünce yer alıyor. miller 300 sayısının tarihsel olarak yanlış olduğunun bilincinde, bu onun gerçek bir olayı bir tür mitolojiye dönüştürme yöntemi, böylece hikayeye klasik epikle özdeleştirilen gücü ve zarafeti katmış oluyor. eğer thermopylae savaşı bin yıl daha önce yaşanmış olsaydı, hiç şüphe yok yeni bir efsanenin temeli atılmış olacaktı ve bu efsanenin her bir parçası homeros'un anlattıkları kadar fantastik ve eğlenceli (ve de homeros'un ilyada'sından sinemaya uyarlanan truva'nın donuk ambiyasından çok daha canlı) olacaktı. köklerini efsanelerde bulan bir hikayeyi yeniden anlatan truva (troy) gerçekdışı öğelerden bu kadar yoksunken, gerçekte yaşanmış bir olaya dayanan 300'ün herhangi bir homeros hikayesi kadar hayalperest olması (kollarının olması gereken yerde uzun sivri dişler bulunan şişman hilkat garibesi ya da keçi kafalı ozan örneğin) oldukça ironik.

snyder da miller'ın niyetine sadık kalmış ve ortaya etkileyici bir görsel şölen çıkarmış, kimi zaman özgün grafik anlatıyı kare kare taklit eden bir hikaye inşa etmiş; sanki dişleri dökülmüş yaşlı bir bilge kamp ateşinin etrafında boğuk sesiyle kahraman hikayeleri anlatıyor. aslında film bir hikaye anlatıcısı olan (bkz: dilios)'un etrafında kurgulanmış. filmin noksanlarını örten ve başarısını getiren de bu mitsel düşünme biçimi olmuş. tabii burada spartalıları unutmamak gerekir. butler ve arkadaşları, bir bar fedaisini andıran kaslı görünümleriyle, seçkin sparta askerleri rolünde seyirciye hayli inandırıcı bir portre sunuyorlar. filmde bir avustralyalının gün içinde içtiği biradan daha çok çıplak erkek görüyorsunuz, bu yarı çıplak adamlar üzerlerinde sadece pantolonları, miğferleri ve kalkanlarıyla savaşıyorlar ama filmden çıktığınızda damağınızda homo-erotik bir hikayenin tadı kalmıyor, kendi kendinize "bu adamların kıçı gerçekten sıkıymış" diyorsunuz. spartalıların savaş teknikleri ve dövüş tarzları tümüyle aslında uygun, savaş koreografilerinden bazıları filmin en iyi yönlerinden. Snyder, bizleri her bir spartalının yüz adam devirip ardından maraton koşacak enerjiye sahip olduğuna inandırıyor. butler adamlarının başındaki lider rolünde oldukça iyi, etrafa emirler yağdırıyor, yeri geldiğinde şakalar yapıp adamlarına güven aşılıyor. soylu ve inatçı leonidas çok karmaşık biri olmayabilir ama butler bunu becerecek karizmaya sahip.

ne yazık ki filmin yapısı ve de nihayetinde yönetiminden dolayı butler'dan bu tadı alamıyorsunuz. film ilk dakikasından itibaren epik bir film olmaya, bizi huşu içinde bırakmaya çalışıyor, öyle büyük fırça darbeleri vuruyor ki o curcuna içinde karakterler, motivasyon ya da döneme özgü detaylar gibi boşlukları yakalamakta güçlük çekiyorsunuz. bir süre reklam dünyasında pişen snyder sahneye 2004 yapımı ölülerin şafağı (dawn of the dead) ile çıkmıştı, 300 ise zaman zaman bir heavy metal videosu gibi görünüyor. bir noktada spartalılar düşmanın üzerine atıldıklarında kulağınıza gelen sesler de bu izlenimi destekliyor., spartalıların kendisi kadar acımasız, şiddetli bir testosteron seli üzerinize boşalıyor. sanki müzik biraz fazla abartılmış gibi, özellikle de dalgalanan arpa tarlalarının ortasındaki gladyatör'vari dövüş sahnelerinde. ayrıca snyder'ın ağır çekim kullanmaktan hoşlandığını da anlamış oluyoruz, dövüş sahnelerinde sakin sakin dövüşenleri taramaktansa aksiyonun hızını bir düşürüp bir yükseltiyor. idareli kullanıldığında oldukça keyif veren bu teknik filmin ortalarındaki hareketli sahnelerde haddiden fazla kullanılarak bir tür alışkanlığa dönüşmüş.

snyder filmin yüksek testosteron seviyesini bir parça dengelemek için kraliçe gorgo (lena headey) aracılığıyla filme östrojen enjekte etmiş. miller'ın çalışmasında geride duran sparta kraliçesini snyder daha da ön plana çıkarmış. kraliçenin sparta meclisine yaptığı yürek dağlayıcı konuşma, bir parça ortaokul münazaralarını anımsatsa da, en azından inandırıcı bir dille yazılmış, seyirciyi etkisi altına alan bir karakterin ağzından dökülüyor. sonuçta bunlar, leonidas ve onun spartalı savaşçıları için kolaylıkla sarf edilemeyecek sözler.

devasa bir güce sahip olan golyat'ın karşısına çıkıp ona meydan okuyan davut'un hikayesinden daha epik bir hikaye yoktur. homeros bunu biliyordu, leonidas bunu biliyordu. frank miller da biliyordu, 300'ü seyrettikten sonra siz de bileceksiniz. ama bunu önemsemeyeceksiniz, çünkü mitlerin ve epik anlatıların doğası gereği karakterizasyon ve dil hikayeye hizmet eden ikincil öğelerdir. tüm cesaret ve dik başlılıklarına rağmen spartalıların ölmesi ya da yaralanması bizim yüreklerimize dokunmaz, biz ne bu adamları tanıyoruzdur ne de onların kaderlerini önemseriz. butler'ın ifade ettiği eleme ya da onun savaşçı hünerlerine rağmen, o ve 300 adamı birer karikatür karakterden ibarettir bizim için, etrafa bağırıp çağıran, elde silah koşturan ama onları beyaz perdeden izleyenlerle bir bağ kurmakta sorun yaşayan kadim epiğin sıradan arketipleridir onlar. ne yazık ki gelmiş geçmiş en büyük hikayelerden birinin altından kalkılamamamış.

cem altınsaray
empire dergisi, mart 2007, sayı 4, issn: 1307-1300
sayfa 28-29-30

https://www.arsivsozluk.com/d/12
Devamını okuyayım...
disco
0

ultima ix: ascension

Kendinizi Britanya’nın zengin fantezi dünyasına kaptırın mottosu ile aral ithalat tarafından reklamı yapılan oyun.

https://www.arsivsozluk.com/r/1/+
disco
0