oyuncak hikayesi 2

(bkz: toy story 2)
disco
0

baldur’s gate ii: shadows of amn

oyun hakkında gamepro dergisi kasım 2000 sayısında, önizleme yazısı yazılmıştır.

pc rpg oyunlarının, sadece özel bir sınıfa hitap eden oyunlar olmaktan kurtulup en çok satan oyunlar arasına girmelerinin sorumlusu baldur's gate, baldur's gate ii: shadow of amn ile akılları başlardan alan ad&d serisine devam ediyor. bir öncekiyle kıyaslandığında hikaye akışında pek bir değişiklik yok: bir grup kahraman toplayın, canavarları öldürün ve dünyayı daha yaşanabilir bir yer haline getirin. fakat bioware ve interplay'dekiler, ömrünüzde daha önce benzerine rastlamadığınız 200 saatlik bir oyun tecrübesini yaşayacağınız üzerine bahse girmeye hazırlar.

ejderhalar sizi bekliyor

baldur's gate'deki gelişebilirliğiniz ad&d'dekine göre çok düşüktü. oyunu bitirdiğinizde takım üyelerinizin bulunduğu seviye, ad&d'dekine göre çok düşüktü. bgii, ilk oyunun bıraktığı yerden sizi alıyor: en son dünyayı kurtaran kahramanlarla birlikte forgotten realms dünyasına geri döneceksiniz. bu defa kahramanlarınız ad&d'nin en yükse seviyelerinden biri olan 22. seviyeye kadar ulaşabilecekler. daha fazla açıklamak istemiyoruz ama emin olun ki, yeni dev canavarlarla ve inanılmaz güçlü düşmanlarla bgii, d&d'nin ejderhalarını arattırmayacak.

baldur's gate 1.5?

bioware, infinity oyun motorunun hızla eskimesi ve planescape torment, icewind dale gibi oyunların başarısı gibi gölgelerin arkasında kalan bgii'in ateşini canlandırmak için ne yapıyor dersiniz? bgii'de henüz yoldaki d&d'nin üçüncü serisinin seçilmiş kuralları bulunacak. bunların yanında barbarian, monk ve sorcerer ırklarıyla beraber half-orc'lar da geliyor. yepyeni, güçlü canavarlar ile ırka ve sınıfa bağlı olarak değişen yen serüvenler, dünyayı kurtarmaya çalışmaktan zevk almanızı sağlayacak. preview versiyonunda takımı bir araya getirmek, kötü yön bulma yapay zekası yüzünden tam bir angaryaydı ve oyunun yapımcıları arkalarında, inventory ekranı açılışında oyun durmaması, hantal kullanışlar gibi tatsız sürprizler bırakmışlar. bioware oyunun çıkışına kadar bu problemleri çözecek gibi. her ne kadar bgii, bir öncekine göre radikal değişiklikler vaat etmiyorsa da, yüzlerce saatlik bir maceraya başlamak için baldur's gate dünyasına girmenize az kaldı.

the freshman
gamepro dergisi - kasım 2000 - no:13 - issn: 1302-5651
sayfa: 35
https://www.arsivsozluk.com/d/30
Devamını okuyayım...
disco
0

amiga

avrupa amiga'yı bekliyor

ses ve grafik özellikleriyle "üstün" bir bilgisayar olarak nitelenen amiga, abd dışındaki ilk yolculuğuna hazırlanıyor. commodore'un pazarlama planına göre amiga, haziran ayı ortalarında, heyecanla beklendiği avrupa'da da bilgisayar meraklılarının karşısına çıkacak.

bugün pazarlaması bile bilgisayar dünyasında olay yaratan amiga, üç yıl önce mütevazi bir proje olarak doğmuştur. hi-toro şirketini kuran abd'li yatırımcılar başlangıçta küçük bir ev bilgisayarı modeli geliştirmeyi planlıyorlardı. amaç, video oyunları salgınlarından yararlanarak, bilgisayarları gibi küçük bir pazar payı kapmaktı. atari'den transfer edilen tasarımcı jay miner'ın yönetimindeki ekip projeyi gerçekleştirme aşamasına yaklaşırken, ortaya çıkacak ürünün herhangi bir ev bilgisayar olmayacağı da yavaş yavaş anlaşılıyordu. bu arada yeni model için isim bile bulunmuştu; latin dillerinde "arkadaş" anlamına gelen "amica"... ne var ki, bu isim başka bir firma için tescil edilmişti. "c"nin yerine "g" gelmesine karar verildi, yani "amica" "amiga" ya dönüşüverdi.

toplam 43 kişinin çalıştığı küçük bir işletme olan ve parasal açıdan joystick satışlarına bel bağlayan hi-toro'nun yapısı, yeni projenin yükünü kaldıramıyordu. amiga, basit ve ucuz bir model olmayacaktı, üstelik eldeki teknoloji üretim maliyetlerini düşürmeye elverişli değildi.

hi-toro'nun kurucuları "tamam mı, devam mı" diye düşünürken devreye commodore firması girdi. amiga'yı projeleri ve tüm personeliyle 25 milyon dolar karşılığında devralan commodore, jay miner'ın ekibine geniş bir çalışma alanı yarattı. chip üretimindeki mos teknolojisiyle düşük maliyet imkanı da, amiga'yı yeni patronlarının desteğinde daha sağlam bir temel oturtmuş oldu; çalışmalar yeniden hızlandı.

sonuç malum: amiga... ses ve grafik potansiyeliyle bilgisayar dünyasında haklı bir başarı kazanan ve abd'de "iyi satan" bu model, dünya pazarlarında da aynı parlak çizgiyi sürdürebilecek mi? şimdilik amiga'nın dününü bugününü bilmekle yetinelim ve "avrupa macerası"ndan haberler için haziranı bekleyelim.

commodore dergisi, mart 1986
sayı 1, sayfa 10
https://www.arsivsozluk.com/d/37
Devamını okuyayım...
disco
0

amiga 4000

uzun zamandan beri yeni bir gelişme göstermeyen, eski sistemlerin yeni modellerini üreten commodore firması sonunda yeni seri amiga'ları piyasaya sürdü. aslında daha önce a800, 2200, 4100, 4200 ve 4300'ün tasarımlarının yapıldığı haberi ve bu yeni modellerin özellikleri commodore'dan bildirilmişti. fakat beklenenlerin tersine 4000 serisi yerine tek bir a4000 modeli ve diğerlerinin yerine de mini 4000 sayılabilecek sürpriz bir amiga modeli üretildi ve a1200 satışa sunuldu. her iki makina da commodore'un piyasadaki imajını yükseltecek özellik ve gelişimleri sahip.

hatırlarsınız firmanın ürettiği en son makina amiga 600'dü. gerçek bir ev bilgisayarı olarak tasarlanan ve bu amaçla piyasa sürülen 600, commodore'un oyun ve iş makinalarını birbirinden ayırt etme yolunu seçtiğine dair ilk mesajı veriyordu ve yeni nesil makinaların çıkmasıyla bu kanı daha da güçlendi. özellikle amiga 4000 pek çok yönden kullanıcının ihtiyaçlarına cevap verebilecek bir makina. her şey yenilenmiş ve ek pek çok özellik getirilmiş. ilk göze çarpan değişiklikler ise dış görünüşte. klavye amiga cdtv'ninkiyle aynı mouse ise tüm kullanıcılara azap veren garip mouse yerine gerçekten makinaya uygun hızlı bir yardımcı, drive artık 1.76 mbyte diskleri formatlayabilen hd drive. makina iç donanımına girdikçe a3000 ile arasındaki farklar ortaya çıkmakta. ilk olarak 3000'de olup 4000'de bulunmayanlar:

4000'in üzerinden 3000'e göre daha az konektör var. sahip olduklarınız seri, paralel, ek disk sürücü ve video bağlantıları, scsi portu, 31khz monitör çıkışı ve composite video çıkışı makina içinde yer almıyor. 31khz çıkış almak için ufak bir adaptöre ihtiyacınız var.

4000'e ait ek özellikler ise şöyle:

cpu 56ec040, bu çip intel 80486sx çip'inin motorola modeli. matematik ünitesi (fpu - floating point unit) ve bellek yönetim ünitesi (mmu - memory management unit) çıkartılmış durumda. bunun tek sebebi ise makina fiyatını ucuzlatmak. hemen belirtmek isterim makinanın dizaynı yapılırken gelecekte çıkabilecek güçlü çiğler düşünülmüş ve cpu, board yerine ayrı bir slot üzerine yerleştirilmiş bu sayede 68050, 68060 veya üstü bir çip çıktığında makina üzerindeki çip'i çıkartıp yerine yenisini takma imkanına sahipsiniz.

1- 68040: yeni amiga'nin kalbi. 25 mhz hızda çalışan işlemci.
2- aga chipset: yeni özel çipset, aga çipset sayesinde workbench 256 renkte çalışabiliyor.
3- ram expansion: 32 bit çip memory, 16 mbyte'a kadar yükseltilebiliyor.
4- ide interface: scsi'lere gøre ucuz olan ide hard disklerin kullanılabilmesi için arabirim.
5- floppy sürücü: 1.76 mbyte'a kadar disketlerimizi kullanabileceğiniz yüksek kapasiteli yeni disk sürücü.

amiga dergisi - şubat 1993 - sayı 1
sayfa: 9

https://www.arsivsozluk.com/d/26
Devamını okuyayım...
retrolover
0

monty python

kasım 2005 tarihinde yayımlanan cnbc-e dergisinde, kutlukhan kutlu tarafından aşağıdaki yazı yazılmıştır.

bir monty python gerçeği: "biz sizi güldürmeyi biliriz"

Monty Python rezil olmamak için her şeyi yapabilecek İngiliz mizacından yola çıkarak, saçma, arsız, incelikli ve sivri dilli mizahıyla 1970 ve 1980'lerin gözde komedi kumpanyasıydı. Python'ların televizyondan sinemaya ve hatta sahneye uzanan komedi yolculuğu, bugün bile büyük ilgi görüyor.

1960'lı yılların sonunda ingiliz televizyonlarında, tuhaf isimli bir ekibin yaptığı bir komedi programı başladı; Monty Python's Flying Circus. Söz konusu ekip, yani Monty Python, kamera önünde John Cleese, Eric Idle, Michael Palin, Terry Jones ve Graham Chapman'dan oluşuyordu. Kamera önüne nadiren çıkan bir isimse, ara animasyonları yapan Terry Gilliam idi (evet, daha sonra Brazil, Fisher King ve Twelve Monkeys gibi filmleri çeken Terry Gilliam). Monty Python üyeleri Flying Circus'tan önce çeşitli kombinas- yonlarda I'm Sorry 1'11 Read That Again / Özür Dilerim, Tekrar Okuyorum (radyo) ve The Frost Report / Frost Raporu ve We Have Ways of Making You Laugh / Biz Sizi Güldürmeyi Biliriz gibi programlarda birlikte çalışmışlardı. Ve içlerinde belli yazma grupları vardı. John Cleese ile Michael Chapman bir ikiliydi, Terry Jones ile Michael Palin diğer bir ikili, Eric Idle ise kendi başına yazıyordu. Monty Python's Hying Circus'ın hemen başlarından itibaren görüleceği üzere, bu komedi kumpanyasının son derece geniş bir mizah paleti vardı: sivri dilli hicivden katıksız saçmalığa, ince esprilerden arsız, dolambaçsız ve apaçık kaba mizaha varıncaya kadar, komedinin her bir köşesini ziyaret ediyorlardı. John Cleese'in Saçma Yürüyüşler Bakanlığı'nda upuzun bacakları ve bir fırtınanın bile altüst edemeyeceği o ciddi ifadesi ile sergilediği fiziksel komedi; Python işi alternatif tarihin en talihsiz icadı olan Truva Tavşanı; uygulamalı cinsellik dersleri... Yine de Python'ın genel tavrıyla, üyelerinin oyunculuğuyla, tonlamalarıyla, mizahının incelikleriyle ilgili bir şeyler, onlara en popüler oldukları zamanlarda bir tür kült hüviyeti veriyordu; hayranları işlerini delicesine seviyor; birbirlerine tamamen zıt mizahi üslupları kullandıkları skeçlerine bile çok gülüyorlardı. 70'lerin ortasında Monty Python, Kral Arthur ve Yuvarlak Masa Şövalyeleri'nin Kutsal Kase'yi arayışının tam anlamıyla Python-esk uyarlaması olan Monty Python and the Holy Grail ile sinemaya adım attı (tabii bir de 1971 tarihli And Now for Something Completely Different vardı ama o, Flying Circus skeçlerinin bazılarının derlemesinden ve yeniden çekiminden oluşuyordu). Bu en absürd Python filminin ardından, 79'da, bir dini öykü parodisi olan The Life of Brian geldi. Üçlünün son sinema filmi ise, belli bir konu ("hayatın anlamı") etrafında kümelenmiş skeçlerden oluşan The Meaning of Life oldu.

Monty Python and the Holy Grail'in başında, Kral Arthur elini önündeki boşluğa doğru uzatmış halde sallar, at üzerinde gidiyormuş numarası yaparken, hemen arkasında hizmetkârı duruma biraz işitsel gerçeklik karmak için iki hindistan cevizi kabuğunu birbirine vurur. Doğrusu pek ümitsiz bir illüzyondur bu. Fakat Kral Arp hur bu sakil vaziyetin yüzündeki mağrur ifadeyi bozmasına katiyyen izin vermez. Zaten çok geçmeden İngiliz komedi kumpanyası Monty Python'ın asıl meselesinin doğrudan bu resmin sunduğu görsel komedi değil, resimde ayan beyan ortada olan sakilliği ve çılgınlığı görmezden gelme, soğukkanlılıkla reddetme üzerine kurulu mizah olduğu anlaşılır. Tamamen İngiliz davranışı üzerine bir mizahtır bu. İngilizlerin rezil olmamak için en zor durumda bile bozuntuya vermeme, görüntüyü kurtarmaya çalışma eğilimi üzerine kurulu bir mizah. Nitekim az sonra bu illüzyona cepheden saldırıya geçen askerden başlayarak filmin sonuna kadar, Arthur'un asıl büyük serüveninin kutsal kaseyi bulmak değil, onu ararken doğru görüntüyü vermek olduğu tekrar tekrar belli olur. Arthur ve şövalyeleri de Monty Python mizahının sunduğu bin bir türlü çılgınlığın ortasında imajı korumaya çalışacak, bu maceranın aslında son derece absürd, içinde yer alanların ise tamamen aklını yitirmiş olduğu gerçeğini, inatla tablonun kuytu köşelerine süpüreceklerdir.

ilk film

monty python'ın ilk sinema filmi holy grail'de, kral arthur'un o çok iyi bilinen öyküsü her tür absürd durumla ve pür çağrışım sonucu ansızın patlak vererek uzayıp giden, bitmek bilmeyen tuhaf diyaloglarla delik deşik olur. Adeta Python, bir tür "saçmalık illeti"nden mustariptir... Saçmayla sıradanı çeşitli şekillerde karıştırarak, pek başarıyla takındıkları o sakin ifadeyi sarsacak, sükunet ve kontrolden oluşan o yüzeyi çatlatacak dengesizlikler yaratırlar. Bazen son derece sıradan bir Şeye hayli saçma açılımlar getirir, tuhaf bir bilinç akışına kapılıp adeta gerçeküstü yerlere sürüklenirler... Dahası çıkış noktalarını oluşturan sıradanlık, normallik, yani o bize aşina gelen unsur herhangi bir şey olabilir: Bütün bir öykü, sıkça görülen bir olay, bir durum, bir anlatım şekli; hatta bir an, bir his, bir vurgulama. Örneğin ünlü skeçlerinden Nasıl görünülmez'in gerçeklikle ilişkisi tamamen bir sunum şeklinden ibarettir: açık arazide saklanma teknikleri öğretmeye yönelik bir programmış gibi görünen skeç, bu işi beceremeyen konu mankenlerini giderek daha şiddetli yöntemler kullanarak ortadan kaldırır (vurur, havaya uçurur). Birkaç örnek sonra, işin saklanma tekniğinin başarısıyla falan ilgisi kalmamıştır; skeç artık, anlatıcının "her şeyi gören" konumundan aldığı hazla giderek zıvanadan çıktığı bir tür sadist nöbetin resmidir. Bir başka skeçlerinde, müşterinin bozuk çıkan malını geri getirmesi ve sancının malda bir sorun olduğunu inkar etmesi gibi gündelik bir konuyu ele alırlar; yalnız, söz konusu malın bir canlı, kusurunsa ölüm olması gibi satıcının direnişini epey güçleştirecek bir durum söz konusudur. Müşterisi, kendisine kakalanmış kaskatı papağanı elinde sallayarak onun ölü olduğunu anlatmak için her türlü tanımlamadan faydalanırken, satıcının yüzündeki o taviz vermez ifadeyle inkar kapasitesinin doruklannda gezindiği bu ünlü skeç, Monty Python'ın anlamsızlık derecesine varan inkârdan mizah üretişinin iyi bir örneğidir. Satıcının haklıymış ve bu konuda kendinden eminmiş görünümünün kof olduğunu biz de biliriz, müşteri de bilir, aslında kendi de bilir, ama sanki takındığı imaj artık kendi başına bir hayata sahiptir ve papağanın aksine, ölmeyi reddetmektedir.

python'dan gündelik yorum

monty python hicve özellikle yatkın bir komedi grubudur. örneğin isa ile aynı zamanda, onun hemen yakınında doğan ve yanlışlıkla mesih zannedilen Brian'ın öyküsü The Life of Brian'da, aynı politik ideolojilerin farklı fraksiyonları arasındaki çekememezlikten tutun da, insanların kendi başlarına karar vermelerini söyleyen bir lideri bile körü körüne izlemelerine varıncaya kadar, bu yatkınlığın çok parlak bazı örneklerini görürüz. Düz birer öyküsü bulunduğu söylenebilecek Holy Grail ve The Life of Brian'ın aksine, bir skeç derlemesi yapısındaki The Meaning of Life ise saçma durumları ve kaba mizahi unutulmaz hicivlerle harmanlar. İnanılmaz çocuk nüfusu yüzünden rahatça içinde yürünemez hale gelmiş olan işçi sınıfı evinden yola çıkılarak sergilenen Every Sperm is Sacred / Her Sperm Kutsaldır adlı müzikal sahne; kontratının böyle bir işlemi mümkün kıldığını söyleyerek canlı birinin böbreğini organ bağışı olarak alma- ya çalışan sağlık çalışanları; Tanrı'ya edilen duaların Python gözünden, "gündelik dille" yorumu... Doğumdan ölüme insan hayatını izleyen The Meaning of Life, Python'ın kimi hayli komik müzikal sahnelerinin dışında, bir de sinema tarihinin en iğrenç sahnelerinden birine, inanılmaz şişmanlıktaki Mr. Creosote'nin mide kaldırıcı sonuçlara gebe olan yemek yeme sahnesine de yer veriyor.

The Meaning of Life'ın ardından Monty Python'ın dağıldığı söylenebilir. Grubun üyelerinden Graham Chapman (Holy Grail'in Kral Arthur'u ve The Life of Brian'ın Brian'ı) 1989 yılında öldü. Daha sonra ekibin çeşitli üyeleri, farklı farklı vesilerle biraraya geldi; örneğin John Cleese ile Michael Palin A Fish Called Wanda ve Fierce Creatures'da birlikte oynadı... Ancak genelde "Monty Python filmleri" olarak kabul edilen eserler, The Meaning of Life ile doğumdan ölüme uzanan bu çok duraklı yolculukla son buldu. Ancak Python dağılalı aşağı yukarı yirmi sene geçmesine karşın, grubun işleri hâlâ çok seviliyor ve izleniyor. Eric Idle'ın yazdığı, Holy Grail'in tiyatro uyarlaması olan Spamalot'ın epey ilgi görmesi ve Chicago'nun ardından Broadway'de de sahnelenmeye başlaması bunun bir kanıtı.

kutlukhan kutlu
cnbc-e dergisi, kasım 2005, sayı:70, issn: 1304-5393
sayfa: 86-87-88-89-90-91
https://www.arsivsozluk.com/d/48
Devamını okuyayım...
disco
0

fahriye abla

videosinema dergisi, şubat 1985 tarihli 8. sayısında, orhan barlas tarafından aşağıdaki incelemesi yapılan filmdir.

"hatırada kalan şey değişmez zamanla"
“Bu, afyon ruhu gibi baygın.. ”

İşler ne güzel gidiyordu! çetin tunca'nın başarılı renk-çizgi uyumu... Özdemiroğiu'nun konuya-şiire yatkın müziği, özdemir erdoğan'ın kısık, duyarlı, "yüzünü geçmiş günlere çevirmiş” sesi... Sonra, müjde ar'ın, Marilyn Monroe'ya inat, yüzde yüz yerli malı, hızlı yürüme çabaları, (bir bedenin psiko-anatomisi) koşmak isterken yerinde saymaları. Derken birden film de, bizler de bayır aşağıya yuvarlanmaya başladık. Yalnız "içerik” açısından olmadı bu; düpedüz anlatım da şaşkın, sarsak bir hâl aldı.

Fahriye Abla, bana kalırsa, öyle "büyük” parlak bir şiir değildir. Ordan burdan naylonlarının piyasaya sürülmesi, şiircil inceliği olan kimselerin yerli yersiz orda-burda okumaları Fahriye Abla'yı "hakettiği çizgiden de aşağıya” çekmiştir. Filmin başında, uzun süre yönetmen Turgul, gerek konusu gerek anlatımı ile, şiiri daraltmaz, ondan bir şeyler sıyırmaz, tam tersine onu çoğaltır, katlar. Kolay anlatımla, bir "üçlü” ileri sürülebilir: Gene bir ergenlik çağı özlemi, onun bakışı ile anlatım... Sonra (burasını çok beğenmiştim) Fahriye Abla'nın, sizin, bizim mahalleden etli kanlı biri oluşu. İlişkileri, bağları ile belli bir ortama akıllıca yerleştirilmesi. Sonra, Fahriye Abla'nın kişiliğinde kadının yüceltilmesi... Hani nerdeyse, filmdeki bütün erkekler hödük, budala, iki yüzlü, çıkarcı, dönek, ödlek'tirler. Bir yerde öteden öteye bir siyasal anlaştırmanın belirtileri, kokuları sezilmeye başlanır. Bütün bunlar, sokaklar, kahveler, hamamda kaynana adayının bakışı, içerde Müjde Ar'ın Aziz Nesin'i okurken gülmesi... tam kaynaşmışken birden her şey karman çorman olur, film sekerek yürümeye başlar, sanki gelecek programdan parçalar gösterilmekte ya da bir foto-roman dörtgenleri perdeye sıralanmaktadır (kulakların çınlasın atilla dorsay !) Filmlerde, özellikle de serüven, gerilim filmlerinde, tempo, anlatım ritmi değişmesi öteden beri başvurulan bir yöntem... İlkin bu yöntem Fahriye Abla'ya uygun düşmez. İkincisi, Alev Alev'de gene değineceğim, bu işi çok ustalıkla yapmak gerekir.

Fahriye Abla eşine az raslanır bir anlatım etkinliği ile başlayan, uzun sürebunu sürdüren, sonra birden şaşılacak bir hızla yaptıklarını geri alan bir film. Bir "düş kırıklığı” örneği. Bitişte çiçek tarhında sevinç taklaları atan sersem çocuk, filmdeki bütün güzel, değerli şeyleri (bilmem bilerek, bilmem bilmeyerek) kumdan bir evcik gibi bir tekmede yıkar, devirir. Bundan öte hesabı yönetmen Turgul ile senaryo yazarı Turgul aralarında görürler.

orhan barlas
videosinema dergisi, 8. sayı, şubat 1985 - sayfa: 15
https://www.arsivsozluk.com/d/46
Devamını okuyayım...
disco
0

ultima ix: ascension

Kendinizi Britanya’nın zengin fantezi dünyasına kaptırın mottosu ile aral ithalat tarafından reklamı yapılan oyun.

https://www.arsivsozluk.com/r/1/+
disco
0

final fantasy vii

oyun hakkında, cdoyun dergisi'nin mart 1998 tarihli 10. sayısında, aşağıdaki yazı yayımlanmıştır.

Dikkat! Final Fantasy VII PC’nize geliyor. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!

Eğer FF VII’yi daha önce duyduysanız -ki duymamanıza ihtimal vermiyoruz-, bunun gelmiş geçmiş en çok satan PlayStation oyunu olduğunu da biliyorsunuz demektir. Tam Olarak oyunun 3.2 milyon kopyası satılmış durumda. Eğer bunun FF serisinin yedincisi olan bir ürün için çok fazla olduğunu düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. FF VII çok çekici bir öyküye, kusursuz görüntülere ve amansız
dövüş sahnelerine sahip bir savaş sistemi.

KİMLERİN ESERİ?

Acaba bu süper oyunu hard disklerimize kazandıran kimler? Yanıt. Square Co. Ltd. oyunlarının Kuzey Amerika'da yayımlanıp pazarlanmasından da sorumlu olan Squaresoft ekibi. Daha önce Square’i hiç duymayanlarınız olabilir, ama bu şirketin başarısı üzerine çok konuşulduğunu duyarsanız, sakın abartma olduğunu düşünmeyin. FF VII'yi pc 'ler için “tercüme eden” şirket işte squaresoft. Orijinalinin yalnızca playstation için geliştirildiğini düşünürsek, bu hiç de kolay bir iş değil. Kodların dolaysız taşıma işlemine yönelik olmaması da başka bir sorun.

Yeniden kodlama işlemi bir yıl kadar önce başladı ve işlemde, orijinal Japon ekibinin yardımlarına da başvuruldu. FF VII gerçekten de büyük bir oyun. PlayStation uyarlaması bile 3 CD'lik olduğuna göre, gerisini artık siz düşünün. Dahası tam 60 dakikalık videoya da yer veriliyor. Bu bir ekstradan çok, oyunun tümleşik bir bileşeni görünümünde.

GERÇEKLİK VE ŞOK

Oyun dünyasının FF VII'ye yaklaşımını daha iyi kavrayabilmek için, belki de öncelikle oyuncuların değişen zevklerini incelemekte yarar var.

Squaresoft ürün geliştirme bölümünün başkan yardımcısı randy fujimoto 'ya göre, günümüzde oyuncular oynadıkları şeyin ne olduğu ile eskisinden çok daha fazla ilgileniyorlar: "Bu nedenle oyuncuların gereksinimlerini karşılamak için, geliştirme işleminin her aşaması gerçekten de kusursuz olmalı”.

Oyunun ilginç karakterlerine bir göz atalım şimdi: sarı saçlı ve büyük silahlı cloud strife, bar hostesive Cloud Strife'ın yardımcısı tifa lockhart, enigmatik büyücü ve çiçek satıcısı Aeris Gainsborough, Mr. T'ye benzeyen Garret Wallace ve diğer birkaç ilginç dost. Square'in oyuncuları karakterlerle bütünleştirmedeki başarısının altında yatan iki önemli neden var: Geniş kapsamlı ekolojik felaket ve birbiriyle ilişkiler kuran karakterler. İlişki derken daha çok, Cloud, Tifa ve Aeris arasındaki bir aşk üçgenini kastediyoruz. Square yazılım mühendislerinden son ton , oyunun biraz yaşlı kitleleri hedeflediğini kabul ediyor. Gerçekten de bu yetişkinlere yönelik Yaklaşımın oyunun satışını ne ölçüde etkileyeceği bir merak konusu.

Karakterlerin ilginç yönlerine güzel bir örnek olarak, Garret verilebilir. Çoğu zaman B.A. Baracus özelliklerini karşısındakine yansıtan bu iri dostumuz, aynı zamanda megaloman Shinra'nın planlarını saf dışı bırakmak üzere savaşan Avalanche direniş gücünün de lideri konumunda. Japon'lara göre Garret'taki A-Team esintileri bilinçli olarak tasarlanmamış.

GÖRSELLİK

Görüntülerde de birtakım etkileşimler söz konusu. FF VII'nin yüksek kaliteli görüntüleri ve özel efektleri, Japon'ların bu konudaki hassasiyetini yansıtıyor. Ancak doğu stilini dengeleyen bazı batılı etkilere de rastlıyorsunuz.. Bu konudaki başarısı ile FF VII, Mystical Ninja gibi oyunların batı ve doğu kültürü arasındaki uçurumu kapatmadaki başarısızlığına bir son vermiş gibi görünüyor. İyi ama bu kültürler arası denge kurma işi bilinçli mi idi, yoksa yalnızca kazayla mı gelişti?

Randy Fujimoto'ya göre her biri bir öncekinden daha çok satan FF uyarlamalarında kültürel farklılık gitgide ortadan kayboluyor: "Japon ve Amerikan'ların birbirinden kolayca etkilenebilen kültürler olduğu unutulmamalı."

ÖZELLİKLER

Platformlar arasında taşınan diğer oyunları düşününce, FF VII'nin PlayStation ve PC uyarlamaları arasında da oyun mekaniği ve çizim açısından pek bir farklılık olmayacak. Ancak bu bir eleştiri değil: Bu kadar mükemmel bir PlayStation oyununu PC'de de tıpa tıp aynı biçimde görmekten herhalde kimse rahatsızlık duymayacaktır.

Aslında PC uyarlamasının grafikleri orijinaline göre çok daha renkli ve düzgün. Çünkü daha yüksek bir netlik düzeyi kullanılıyor. Ayrıca daha ayrıntılı zemin görüntülerine de yer veriliyor. Görünüşe göre Squaresoft, PC'nin avantajlarını sonuna kadar kullanmış. En az P166 gibi bir işlemci gerekeceği açık. Oyunda sokak savaşlarından C&C tarzı bir strateji kullanmayı gerektiren taktik mücadelelere kadar çeşitli bölümler var. Tabii strateji bölümleri bir C&C'deki kadar iyi değil, ama yine de kusursuz bir şekilde çalışıyorlar.

FANTAZİ SAVAŞI

Savaş sistemi gerçek zamanlı bir sistem. Ancak Square'dekiler bu sistemi "aktif zaman savaşı" gibi bir şekilde adlandırmayı tercih ediyor. Her şey aynı anda oluyor ve bir de bir "sınır” çubuğu var. Tıpkı diğer oyunlardaki gibi. Fujimoto'nun FF VII'deki savaş sistemine yönelik görüşü şu şekilde: "Bu oyunda gerçekten etkileyici savaş sahneleri olsun istedik." Doğrusu Square bu amacına ulaşmış görünüyor.

Savaş sistemi oldukça dehşet verici ve bir o kadar da eğlenceli. Düşünmeniz gereken yedi karakter var. Ayrıca sürekli olarak hücumları savuşturmak ve planlama yapmak zorunda kalacaksınız. Oyundaki seçenekler, olası bütün taktikleri etkinleştirmenize yardımcı oluyor. Aslında savaş alanları, bilinen sabit konumlan Ancak oyunun momentumunu korumak amacıyla, nerede ve ne zaman ortaya çıkacağı bilinmeyen sürprizler serpiştirilmiş. Tabii bunların en olmayacak anlarda ortaya çıkması riski de Söz konusu. Yine de yeterince uygun bir şekilde düzenlenmiş olduklarını söyleyebiliriz.

KALİTE KONUSU

Final Fantasy VII'nin PC uyarlaması bu aralar çıkacak. Acaba oyunu bitirmek ne kadar sürecek diye merak edenlere şu kadarını söyleyelim: Her şeyini bilen kendi geliştiricilerini bile baştan sona 70 saat uğraştırıyor. Eğer FF VII'yi daha önce hiç oynamadıysanız, kendinizi en az 150 saatlik bir maceraya hazırlayın deriz.

SÜREKLİLİK

Bu yedinci Final Fantasy oyunu olsa da, diğerlerinin konu ya da karakterleriyle çok büyük bir bağlılığı yok. İşte Squaresoft'un bu yaklaşımı sayesinde, oyun her uyarlamasıyla başarı kazanmayı sürdürüyor. Bu başarının boyutlarını merak edenler, oyunun bugüne kadar toplam 15 milyonun üzerinde kopyasının satıldığını bilsinler, yeter.

cd oyun dergisi
10. sayı, mart 1998
https://www.arsivsozluk.com/d/44
Devamını okuyayım...
disco
0

semih erden

2007 yılında nba türkiye dergisi için bülent avcı ve mete aktaş ile röportaj yapmıştır.

gözü yükseklerde

hırsı ve bir basketbolcu olarak belki de standartların üstündeki fiziğiyle dikkatleri üzerine çeken, fenerbahçe'nin ve milli takım'ın genç yıldızı semih erden yine birbirinden iddialı açıklamalar yaptı. hedef ispanya'da şampiyonluk diyen semih, nba'in süper starı nowitzki'ye de meydan okudu.

nba türkiye: italya kampında oynadığımız hazırlık maçlarında iyi sonuçlar elde edemedik. efes world cup'ta başarılı olabileceğimize inanıyor musun?
semih erden: italya kampında çok yoğun ve zorlu idmanlar yapıyorduk ve bunun verdiği yorgunlukla maçlara çıkıyorduk. bu da tabii ki skor yönünden istediğimiz sonuçları almamızı engelledi. ancak efes cup'taki durum biraz daha farklı olacak. son ciddi sınavımıza çıkacağız ve bu turnuvada, şampiyona öncesinde ne durumda olduğumuzu göreceğiz. onun için efes cup'ta çok daha iyi mücadele edip, skor yönünden de daha memnun edici sonuçlar alacağımıza inanıyorum.

nba türkiye: peki sana göre şampiyonada milli takım'ın hedefi ne olmalı? nasıl bir başarı beklemeliyiz?
semih erden: tabii ki şampiyonluk. dünya kupası'nda çok genç ve tecrübesiz oyuncularla mücadele ettik ve iyi bir derece elde ettik. şimdi daha tecrübeli ve daha iyi bir kadroyla mücadele edeceğiz. kadromuzda serkan gibi kaya gibi avrupa'da söz sahibi oyuncular var. hidayet türkoğlu ve mehmet okur nba'de harikalar yaratıyor. bunun yanında dünya kupası'nın genç oyuncuları artık daha tecrübeli ve daha fazla sorumluluk alıyorlar. oğuz, ersan gibi isimleri örnek verebiliriz. dolayısıyla çok geniş bir kadromuz var ve bu kadro şampiyonluğu elde edebilecek güce sahip.

nba türkiye: sen çok genç yaşlarda birçok takımın transfer listesine girdin ve fiziğinle, hırsınla da sürekli izlenilen bir oyuncu oldun ama özellikle dünya şampiyonası'ndaki formun ve bu sezon fenerbahçe ülker'de sergilediğin performans avrupa'nın büyük kulüplerinin de transfer listelerine girmeni sağladı. senin düşüncelerin nedir? avrupa'da veya nba'de oynamayı istiyor musun?
semih erden: fenerbahçe ülker'le 2 yıllık daha kontratım var ve böyle büyük bir camiada oynamaktan dolayı çok mutluyum. özellikle muhteşem bir taraftarımız var. onlarla birlikte fenerbahçe ülker'de çok büyük başarılar elde edeceğimize inanıyorum. üstelik kulüp olarak çok büyük olanaklara sahibiz. her şey dört dörtlük diyebilirim ancak her basketbolcunun rüyasını nba süsler. ben de eğer her şey yolunda giderse nba'de oynamayı çok istiyorum.

nba türkiye: bilinen bir şey vardır, uzun oyuncu geç açılır ve uzun oyuncunun formunu yakaladığı, en verimli olduğu yaşlar da 27-28'dir. ancak sen henüz 21 yaşındasın ve inanılmaz iyi bir performans sergiliyorsun. özellikle son iki sezondur da kendini git gide geliştiriyorsun. peki ölü sezonda kendin nasıl hazırlıyorsun? yani lig bittiği zaman ve milli takım'dan arta kalan zamanlarda neler yapıyorsun?
semih erden: sürekli çalışıyorum. tanjevic'in fenerbahçe ülker'in başına gelmesiyle tabii ki çalışma tempom daha da arttı. idmanlara daha erken gelip, daha geç çıkıyorum. çünkü artık iki tarafta da gözetim altındayım. bu işin şakası tabii ama gerçekten de artık idman sürelerim daha da arttı. sürekli olarak eksiklerimi tamamlayacak idmanlar yapıyorum.

nba türkiye: eksik gördüğün yönlerin var mı ve eksiklerini gidermek için özel idmanlar yapıyor musun?
semih erden: özellikle şut yönünden kendimi eksik görüyorum ve bunun için özel idmanlar yapıyorum. efes pilsen final serisinde bu idmanların karşılığını aldım ve iyi bir şut yüzdesi yakaladım. onun dışında uzun boyuma rağmen hareketli bir yapıya sahibim ve bu özelliğimi daha iyi kullanabilmek, maç içindeki eşleşmelerde rakip oyuncuya üstünlük sağlayabilmek ve de daha rahat adam geçebilmek için bazı özel çalışmalar yapıyorum.

nba türkiye: tanjevic'in hem milli takım hem de fenerbahçe ülker'in coachu olması senin için bir avantaj mı?
semih erden: tabii ki daha avantajlı, çünkü çok fazla gözlemleme şansı olmuyordu. sadece milli takım kamplarında bir araya gelebiliyorduk. ancak şimdi fenerbahçe ülker'in de başına gelmesiyle daha fazla konuşabiliyor ve fikir alışverişinde bulunabiliyoruz.

nba türkiye: kampta neler yapıyorsunuz? takımdaki oda arkadaşın kim? idmanlar dışında eğlenmeye stres atmaya zaman bulabiliyor musunuz?
semih erden: italya kampında olduğu gibi türkiye'deki kampta da oda arkadaşım ömer aşık. açıkçası boş vakitlerimizde en fazla yaptığımız şey uyumaktı. çünkü inanılmaz yoruluyoruz ve dinlenebilmek için de bol bol uyuyoruz. arada bir de playstation oynarız. onun dışında fazla da bir şey yapmıyoruz.

nba türkiye: genç bir oyuncu olarak zaman zaman saha içinde ve dışındaki disiplinsiz hareketlerinden dolayı çok eleştirildin. özellikle hırslı bir yapıya sahip oluşun belki de senin kontrollü olmanı engelledi? ancak aydın örs'ün fenerbahçe ülker'in başına gelmesiyle yine savaşçı, hırslı ama enerjini tamamen basketbola yansıtan ve her geçen gün çok daha iyi bir performans sergileyen semih ortaya çıktı. bu değişim nasıl oldu?
semih erden: aslında haklısın, ancak ben disiplinsiz yerine gençliğin verdiği tecrübesizlik demeyi tercih ediyorum ama şu bir gerçek ki, hırsımı daha olumlu yönlerde kullanmamı sağlayan kişi aydın örs'tür. o bana sadece saha içinde değil, toplum içinde de nasıl durmam, neler yapmam gerektiğini öğretti. sürekli beni yanına çağırır ve yanlışlarımı düzeltmem için benimle uzun uzun konuşurdu. içimdeki farklı, gerçek semih'in ortaya çıkmasını sağladı. onun çok önemli bir nasihatı vardır. "saha içinde ve saha dışındaki kişiliğin birbirinden farklı olmasın" diye. ben de buna gayret ediyorum. hem saha içinde hem de saha dışında hareketlerime dikkat ediyor ve kendimi sadece işimi en iyi şekilde yapabilmek için konsantre ediyorum. böylelikle hırsım artık başıma bela olmuyor.

nba türkiye: önümüzdeki sene nba draft'ına adını yazdırmayı düşünüyor musun?
semih erden: evet, zaten önümüzdeki yıl draft'a ismimi yazdırabileceğim son senem. bu nedenle ismimi yazdıracağım.

nba türkiye: gönlünden geçen bir takım var mı?
semih erden: miami heat

nba türkiye: avrupa şampiyonası'nda kişisel eşleşmelerde beklediğin bir isim var mı? belki 2006 dünya kupası'ndan gözüne kestirdiğin, ah keşke bir daha eşleşsek dediğin?
semih erden: nowitzki... nowitzki'yi sabırsızlıkla bekliyorum.

nba türkiye: semih, gerçekten çok hırslı ve iddialı bir oyuncusun. avrupa şampiyonası'ndaki hedef nedir diye sorduk, hiç düşünmeden şampiyonluk dedin. şampiyona'da eşleşmek istediğin bir oyuncu var mı diye sorduk, belkide dünyanın en iyi basketbolcularından birisi olan nowitzki'nin ismini verdin. bu kadar iddialı oluşun sana zarar mı veriyor, yoksa daha iyi konsantre olmanı mı sağlıyor?
semih erden: bu kadar çılgın ve iddialı olmak bana iyi geliyor. bazıları bunu hava yapıyorum diye algılayabilir ve öyle düşünebilir. açıkçası bu beni hiç ilgilendirmiyor. ben hep söylemişimdir. başkalarının ne söylediğine aldırmam. bugüne kadar örnek aldığım, ah keşke şunun gibi olsam dediğim kimse olmadı. yapılan karşılaştırmalarda hep en iyi olduğumu iddia ettim ve ne iyi olmak için çok çalıştım.

nba türkiye: küçük yaşlarda bir gün bu kadar iyi bir basketbolcu olabileceğini düşünmüş müydün? yani fenerbahçe ülker gibi büyük bir takımda oynamak, milli takımda oynamak ve belki de yakın bir gelecekte nba'de oynamak. bunlar hayallerini süslüyor muydu?
semih erden: elbette süslüyordu. ancak ben hayallerin daha ötesinde bunları gerçekleştireceğime inanıyordum. basketbola ülker'de başladım. o zamanlar takım arkadaşlarıma bunların hepsini yapacağımı söylerdim. onlar bana inanmazlardı biraz da dalga geçerlerdi ama işte son gülen ben oldum ama bunların hepsini hırsıma ve çok çalışmama borçluyum.

nba türkiye: bu keyifli sohbet için teşekkür ederiz.
semih erden: ben teşekkür ederim.

röportaj: bülent avcı, mete aktaş
fotoğraf: osman uğur
nba türkiye dergisi, eylül 2007, issn: 1306-9810
sayfa: 86-87-88-89

https://www.arsivsozluk.com/d/14
Devamını okuyayım...
arsivsozluk
0

soldiers: heroes of world war ii

oyun hakkında, volkan akaalp tarafından, progamer dergisinde ön inceleme yazısı yayımlanmıştır.

tarihte bu kadar savaş olmasaydı oyun yapımcıları ne yaparlardı bilemiyorum. işte yapılan savaşların en büyüğü, belki de en çok kan döküleni yani ikinci dünya savaşı bir kez daha konu alınarak rts türünde yeniden, codemasters aracılığıyla strateji severlere sunulacak. soldiers: heroes of the world wide 2 aynı zamanda commandos 3, hidden and dangerous 2 ve sensible software'in klasiği olan cannon fodder gibi oyunlarla da benzerlik gösteren bir taktik oyunu. aynı anda birbirinden farklı bu kadar çok oyuna benzetmem garip gelebilir ama yazının tamamını okuduğunuzda hak vereceksiniz.

soldiers'a birliğimizdeki bir avuç askerle başlıyoruz. tipik olarak birliğimizde 3 ya da 4 bölük kalmış oluyor. oyunda başladığımızda pek de verimli silahlara sahip olamayacağız, fakat öldürdüğümüz düşmanlarımızın silahlarını toplayabilme şansımız var ya da çevrenize dikkatle bakarsanız başka silahlar da bulabileceksiniz. oyunda 25'ten fazla silah seçeneğimiz olacakmış. bıçaktan makineli tüfeğe, sniper'dan molotof kokteyline kadar savaş ortamında ihtiyaç duyabileceğiniz ne varsa (matara hariç olabilir) oyuna eklenmiş. oyundaki hiçbir askerin uzmanlığı yok ve ne yazık ki kendi birliğimizi yaratıp istediğimiz şekilde silahlandıramıyoruz.

sinsice ona doğru sürünürken...

soldiers: heroes of the world war ii'nin iddiali olduğu alanlardan biri gerçekçilik. tıpkı call of duty'deki gibi soliders'da da savaşı bizzat iliklerinizde hissedeceğimizden söz ediliyor. oyunda, hidden and dangerous 2'de olduğu gibi kontrol sistemlerini değiştirerek tüm askerlerimizin hareketlerini zaptetmek çok daha kolay hale gelecek. daha iyi oynamak için karışık manevralar yapmamız ya da görev içindeki alt görevleri yerine getirmemiz gerekecek. genellikle askerlerimizin hepsini kontrol etmek zorunda kalacağız, taa ki onlar kendilerini doğru düzgün savunmayı öğrenene kadar.

codemasters'ın yapımcısı callum godfrey, soldiers'ta gizli hareketlerin ne kadar etkili olabileceğine dikkat çekiyor. anlayacağınız, bu aynı zamanda gizliliğin de çok ön planda tutulduğu, düşmanlarınıza "allah allah!" nidalarıyla girişmenin yersiz kaçacağı türden bir oyun. üçüncü şahıs bakış açısına geçerek birliğinizden tek bir askerin kontrolünü üstlendiğinizde adamınıza örneğin düşmana sessizce arkadan yaklaşıp boğazına bıçağı dayamak gibi hareketler yaptırabileceğinizi, sürünerek ilerlemenin, gölgeleri kullanmanın, kalabalık bir üste sessiz silahlar kullanmanın oyunun özünü oluşturduğunu belirtelim.

soldiers'taki boşluklardan biri de araç çeşitliliği. her biri incelikle tasarlanmış, ikinci dünya savaşı ortamına yakışan tam 105 araç bulunacak oyunda ve biz tümünü kullanabileceğiz, tabii elimize geçerlerse. çünkü birçok aracı kullanabilmek için önce onu kullanan düşmanı ortadan kaldırmanız gerekiyor. gta'nın biraz daha riskli olanı! ayrıca araçlar sadece görünüşleriyle değil fizik, hasar ve ses efektleriyle de son derece gerçeğe uygun olacaklar ama ses konusuna dikkat! araç kullanırken çıkacak sesler düşmanların duyacağı bir mesafedeyse küçük bir çatışmaya neden olabiliyor. o yüzden zaman zaman dizlerinizin üstünde yürümeyi bir jipe atlamaya tercih edebilirsiniz. ayrıca düşmanlarımız uzun çimlerin ve çalıların arkasına sakladığımız askerlerimizi fark edip onları öldürmeye teşebbüs edebiliyorlar, tabii ki bu aralarındaki mesafeye göre de değişiyor.

geceleri daha iyi çalışırız

araçlarla ilgili dezavantajlar sadece bize has değil elbette. oyunun bu noktada bize haksızlık edip yapay zekaya torpil geçmeyecek olması güzel bir şey. şöyle ki, durdurmaya çalıştığınız bir düşman birliği bir araca doluşmuş kaçarken doğrudan lastiğe ateş edip onları yavaşlatabilir ya da kaza yapmalarına neden olabilirsiniz. film ve oyunların fizik kuralları arasına girmeyi bir türlü başaramayan bu türk "gerçek hayat" efektlerinin oyuna yedirilmiş olacağı söyleniyor. bir örnek daha; "headshot" hepimizin sevdiği şık bir harekettir değil mi? soldiers'da da öyle ama eğer düzgün nişan almadıysanız düşmanın beynini değil sadece kaskını uçurma ihtimaliniz de var!

oyunda kullanacağımız araçlar sırf kara aracı değil, ilerleyen bölümlerde almanlar'ın ikinci dünya savaşı'nda kullandığı uçakları da kullanma şansımız olacak. tabii onları çalacak cesarete, yeteneğe ve sabıra sahipsek. yapımcılar, büyük araçları ele geçirmenin küçüklere göre daha zor olacağını söylüyor. yani bir gündüz vakti, güneş tepede parlarken küçük bir tank(!) çalmayı başardınız diye uçakları da aynı şekilde gasp edebileceğinizi sanmayın. belki de geceyi beklemek en iyisi olacak. oyunu gerçekçi yapan yanlarından birisi de bu, o yüzden zamanın geçmesini beklerken söylenmeyin. ayrıca ekipte bir pilotunuz yoksa boşa heves etmemeniz gerekiyor.

suyu bulandırmayın dedim

soldiers: heroes of the world war ii'de gece görevleri, en önemli ve gizli hareket edilmesi gereken görevler olarak çıkacak karşımıza. bu, aynı zamanda oyunun en eğlenceli bölümlerinin de gecenin karanlığında yapılması gerekenler olduğu anlamına geliyor. yapımcılar bu noktada, askerler üzerindeki kontrolünüzün ne kadar sağlam olduğunun da test edileceğini söylüyor. yani karanlık bir yolda yaya olarak ilerleyen ekibiniz, bir tanesinin yanlış bir yola sapması yüzünden topluca tehlikenin ortasına düşebilecek. çünkü düşman toprakları gözcülerle ve commandos'tan aşina olduğumuz "alarm! alarm!" çığırtkanlıklarıyla dolu olacak. sadece üslere yaklaştığınızda değil, küçük köylerin içinden geçerken de nefesinizi tutmanız gerekiyor çünkü (bizden duymuş olmayın ama) köylüler de düşmandan yana ve perdeleri kapalı, ışıkları sönük de olsa evlerinde, kapının yanında oturmuş, küçük bir sakarlık yapmanızı bekliyorlar. o an geldiğindeyse bir anda ışıklar parlıyor, silahlı köylüler üzerinize atlıyor. bu hikayenin ne kadarının gerçek olacağını şimdilik bilemiyoruz tabii ama eğer anlatılanlar doğru çıkarsa soldiers'ın tek kişilik görevlerini yaparken epey terleyeceğinizi ve mesela öksürmek için bilgisayar başından kalkıp, evin uzak bir köşesine gitme ihtiyacı duyacağınızı şimdiden söyleyebiliriz. tabii oyun kendimizi o atmosfere kaptırmamıza yetecek kadar güçlü olursa.

soldiers: heroes of the world war ii, çeşitli multiplayer modlarına da sahip olacak. üzerlerinde uzun süredir çalışılan ve her oyuncunun kendine özel stratejiler geliştirmesine olanak sağlayacak özelliklere sahip haritalarda, ister arkadaşlarınızla birlik olup karşı tarafı son gücünüzle çökertmeye çalışın, ister deathmatch modunda birbirinizi toprağa gömün, seçim sizin olacak.

tüm bu anlatılanların ötesinde, bence bu oyunun en etkileyici yanı fiziklerinin çok başarılı olması. oyundaki tüm ağaçlar rüzgarın estiği yönde hareket edecek ve gölgeler son derece gerçekçi olacak, askerlerin ve araçların gölgeleri suda dalgalanacak. su demişken, eğer askerimiz suya bakakaldıysa, serinlemeleri için suya girmelerini de sağlayabiliyormuşuz. codemasters teknik özellikleri gibi insanı yanları da öne çıkan bir oyun üzerinde. umarız bu yaratıcı fikirlerinden vazgeçmezler.

volkan akaalp
progamer dergisi - 29. sayı - issn: 1304-3811
sayfa 6-7
https://www.arsivsozluk.com/d/32
Devamını okuyayım...
disco
0