citizen kane

film hakkında, yeni sinema dergisi, ağustos - eylül - ekim 1968 tarihli sayısında, bertan onaran'ın çevirisiyle barthelemy amengual'ın aşağıdaki yazısı yer almıştır.

İşin harika yanı şu ki, welles'in filmi, varlığını, okuyucuyu her ne pahasına olursa olsun yaratılan bir yenilikle kendine bağlayan ve bu bağlılığı sürdürebilen heyecan basınının üslûbuna sadık kalarak, Amerikan dünyasına şaşırtıcı, unulmayacak bir yenilik, bir tazelik, bir keskinlik getirmektedir. Blöf, burada,
doğru yerine geçmektedir, çünkü o, gerçek bir evrenin. Amerikan dünyasının ve sanatçının doğru'sudur. Bu yüzden de, kimi zaman, sesli sinemayla ilk kez karşılaşıyormuşuz gibi bir duyguya kapılırız. Ve gerçekten de onu ilk kullanan welles'tir, film sesli bir gazeteden çok radyoya benzemektedir, özellikle, insan sesinden çok dünyasal gürültüleri andıran insan seslerinin vurgu, titreşim ve hız gibi nitelikleri. Alt kattan başlayıp kemerli üst kat koridoruna dek yükselen Susan'ın sesinin «serüveni», deyim yerindeyse, hem İnsanî ,hem de, sözcüğün en gerçek anlamıyla, nesnel açıdan sarsıcı bir güzellik ve sahiciliğe sahip bir "gösteri"dir. Yeryüzünde, konuşmaların bir müzik, ulusal bir müzik, bir halk müziği gibi kullanıldığı tek film, Yurttaş Kane'dir.

inquirer'ın yazıişleri odaları, toplantı odası, Xanadu'nun salonları, eskimiş, yılan gibi kavisli abajurlarla, sağa sola atılmış şişelerle dolu, (tıpkı okyanustan esen keskin kokulu yel, çöldeki ılık mı ılık rüzgâr gibi) insanda elle dokunuyormuşcasına bir duygu uyandıran çalışma odaları, Faulkner'ın Pylone adlı romanındaki kentte, bayram hazırlığı yapılan günlerde gördüğümüz gibi uzaysal bir kıpır
kıpırlık... Gerçi Yurttaş Kane'in dış sahnelerinde, daha sonraki eserlerde ortaya çıkacak uzaysal üçüncü boyut henüz yoktur, bununla birlikte, bu ilk filmin bütün iç sahnelerinde Truffaut dekorların hâlâ Hollywood koktuğuna parmak basmıştır - dış görünüşün ötesinde bir şeyler vardır, onlar, tıpkı sesli bir deniz kabuğunun bütün denizi özetleyişi gibi, koskoca bir evreni kendilerinde taşımaktadırlar.
Çözümsel oymacılığın açıklayıcı ya da dramatik yararcılığını bir yana bırakan Welles, sessiz sinemanın, kısa ya da uzun imgelerin derin ezgisine kavuşmuştur, ki aslında, bu imgeler de dünyadan birer parçadır, birer varlıktır. Karşımıza çıkan şey yine bir bilmecedir, ama bu, bilgisizliğimiz ve yeniliğimizden ötürü, o sonsuz karmaşıklığıyla dünyanın kendisidir.

Baudelaire'den bu yana, ömrün sonuna dek sürdürülen çocukluk diye tanımlanan üstün yeteneklilik süzgecinden geçmiş bu bakış ve duyuş yeniliği, welles'in kişiliğindeki sahici çocuksuluğa bağlanabilir. (Bazin, onunla ilgili ünlü kitabında Harika çocuk, çocuksu bir dâhi haline geldi demektedir.) Ama Welles, bu yeniliği bu el değmemişliği bir düzen içinde sürdürür. Bu konudaki fikirlerini açık seçik ortaya koymuştur. Donkişot'u için şunları söyler:

"Bu öykünün, gerçekten içimden geldiği gibi çalışırsam, çok daha taze ve ilginç olacağından emindim; nitekim öyle oldu." Kötülük Sonsuzluğu için de şöyle der: "18.5'u yeğlemem; ille de içimden geldiği gibi çalışmak istemem. ( . . . ) Daha önce bakılmamış açılardan bakıyorum. Bu türlü görüntülerden bıkacak kadar çok görmedim henüz. Onun için, bu ışın sapmasına yepyeni bir gözle bakabilirim. Bu, benimle 18,5 arasında büyük bir yakınlık var demek değil, yalnızca, bakışın yeniliğinden gelen bir şey."

Bakıştaki bu yenilik, tazelik ve yoğunluk'tan yola çıktınız mı, Welles'in üslubunda dışavurumculuk dedikleri şeyi yakalamak kolaylaşır. Kane, çevrenin ve dekorun gerçekdışılığı ya da düşselliğiyle; kişilerin karmakarışık belirsizliğiyle; herhangi bir Okul'a bağlı olmanın doğurduğu, karanlık bölümlerin ortadan kaldırılması diye anlaşılan bir şiirsel görüşle, dünyanın hissedilir bir biçimde yeniden düzene sokulmasıyla büyülemiyor seyirciyi. O, her şeyden önce, bakış açılarının seçimi'ndeki sağlamlıkla kavrıyor bizi - ki bu sağlamlığa, kurgu da katkıda bulunmaktadır. Filmin, ilk Alman sinemasından çok Sovyet sinemasını hatırlatması da işte bundandır. Pek haklı olarak, bu bakımdan Welles'i Ayzenştayn'a benzettiler. Tisse'ye benzetseler daha yerinde olurdu. Ama pek ender olarak bu yakınlığın ötesine geçildi, bu da, Welles'te belli bir gerçekçilik isteği bulunduğunu öne sürmemize yardım etmektedir. "Kameranın oynaklığı, küçük odaklı mercekler, gözle görülen dünyayı o ana dek görülmemiş, şaşırtıcı bin bir açıdan göstermeye izin verdi. Planlar, son derece kestirme yollardan, açıklıkla koyuluğun güçlü birleşimleriyle verilir oldu." Bu sözler, 1923-24 yıllarının tarihçesini yazan A. Golovnia'nındır.

Bunun için, tıpkı Ayzenştayn'a yapıldığı gibi, Welles'i de merceklerinin önüne nesnelerin biçimini bozan bir cam yerleştirmekle suçlamak, bizce haklı değildir. (Biçim bozuculuk onların merceğinden gelmektedir.) İkisi gerçeği değiştirip salt görme duygusu düzeyine indirmektedirler elbet; yani onu yüceltmektedirler. Yeni bir gerçek yaratmamaktadırlar. Ayrıca, bu geçici dengede, gerçekçiliğin düş kırıcı ikizliği büyük bir yer kaplamaktadır. Gerçek, karşımıza, günlük yaşamın kendiliğinden ortaya koyduğu görünüşte çıkmaz. O, aynı zamanda, olağandışılık ya da yalnızca yoğunluk içinde (Ayzenştayn buna "coşku" diyor) yaşarken yakaladığımız görünüştedir. Üstelik şunu da unutmamak gerekir ki, Sovyetler sineması, yaşanan her günün bir bayram olduğu, her davranışın devrimci bir nitelik taşıdığı, olağandışının kural biçimini aldığı
bir yaşam yaratma ereğini gütmekteydi. Ama Ruslar, bu yeni bakışlı sinemayı, sessiz günlük olaylardan, haber toplarken edindikleri yaşantıdan yola çıkarak, açıkhava'da geliştirdiler. Welles ise onu (üstü kapalı) iç sahneler'de, aralıksız sürüp giden bir ikili konuşmanın temel boyutlarından birini oluşturduğu
birtakım sesli bakış açıları örgüsü içinde canlandırmaktadır. 1946 yılında eleştirmenlerin Yurttaş Kane'i çözümlerken ne büyük zorluğa düştüklerini hatırladıkça insanın gülesi geliyor, gerçekte, o günlerin sinema eleştirisi, bu filmi dinlemeye dayanamayacak durumdaydı genel olarak. Cahiers du Cinéma dergisinin, Welles'i, çağdaş sinemanın ağababası sayması çok yerindedir. Bresson'dan on, Antonioni'den on beş, Resnais ve "edebî" filmden yirmi yıl önce, Welles, diyalektik olarak, sözlü sinemayı sözsüze dönüştürmeye uğraşıyordu. Yani, ses şeridiyle açıklama, söyleme ve anlatma görevinden kurtulan görüntü, abartılmış ima, yoğunluk ve saydamsızlık gibi araçlarla yine o eski açınlama büyüleme ya da göz kamaştırma gücüne kavuşuyordu. Bardèche'in, doğru'nun hemen yakınından geçerek, bu devrimin anahtar'ını vermiş olması epey hoştur doğrusu: "Bu türü filmler, bize, konuşmanın elbirliğiyle lanetleneceği günlerin yaklaştığını göstermektedir."

Demek ki. Yurttaş Kane'in ve Welles'in barokçuluğu. Dışavurumculuk gibi, fizikötesi bir "weltanschauung"dan çok, siyasal bir var olma karşı çıkma isteği halinde kendini belli etmektedir. mario nuzzo, Welles'i büyük kaçaklar, eski kuşağın başkaldıran çocukları arasına katıp, Avrupa için çok ilkel, Amerika için de üstün yetenekli, Avrupa'cılık hastalığına tutulmuş bir züppe diye niteleyebilir ve eline, aynı kavga için, aynı silâhları verebilir. Bizse onun kötü beğeniyi göklere çıkarışında, barokçuluğunda, öncelikle, dünyaya yöneltilmiş bir savaş, ulusunun bir türlü kafasından atamadığı o ilkelcilik'e gösterilen bir tepki görmek zorundayız.

bakış ve görüntü

Bakış teması, Yurttaş Kane'in hakim olan öğedir; ayrıca, ikili çekim yardımcı teması, görüntüye, yansıya dayanan bir uygarlığın ayrılmaz niteliklerine, yani kişilerin gösterişçi ve kendi kendilerine hayran insanlar oluşlarına parmak basmaktadır. Aynalı odalar; aynı olayın hem "nesnel", hem de "öznel" açıdan verilişi, olaya karışan kişinin, başkalarını seyrederken seyredilişi, kendini bir şeyler götürürken görüşü, kendisi için varlığı'nın, aynı anda, başkası-için varlık oluşu; kimsenin varlığı olmayış. Tanrısal bakış açısı, fotoğrafın bulunuşundan beri, "ben"i "biz"le aynı çizgiye getiren, hem kendisi-için varlık'ı, hem de başkası-için varlık'ı yaratmakta olan kameranın bakış açısı; falcı merceğine benzeyen Rosebud küresi; dürbünün tersinden seyrediliyormuş gibi verilen upuzun piknik kervanı; renkli bir camın üstündeki göze uydurulan gözün bir dizi görüntüyle verilişi (burda dekor, içinde yaşayanları gözleyip yargılamaktadır); Xanadu'ya pencereden, El-Rancho'da, Susan'ın çalışma odasına, damdaki camlı bölmeden, "teleskobik" girişçıkışlar...

El-Rancho'nun damındaki ikili travelling'e ucuz diyenler çoktur. Oysa bu, basının, insanların vicdanına, en gizli yaşamına el uzatışının somut görüntüsü değil midir? ve Yurttaş Kane de bunun canlı örneği ve yadsınması olmak istemiyor mu? Hiç durmadan tekrarlanan o saat imgesi, önce annesi gibi şarkıcı olmak isteyen, oysa şimdi bir gece kulübü işleten Susan dahil. Amerikan kültürünün o hale getirdiği bütün kişilerin, önce saptanan, sonra resimlerle verilen, gözümüzün önüne serilen yaşamının canlı simgesi değil mi?

Renkli cama uydurulan göz örneğiyle, Sartre'ın "tekrarlı bölümler" adını verdiği sahnelere bakarak, welles'in filmindeki en sarsıcı yanı bulma denemesine girişebiliriz belki. Tokatlanan, aşağılanan ve buna başkaldıran Susan'ın gözünü dekorun soyut gözüne uyduruşunu gösteren zincirleme sahnede, görüntülerdeki görevlerle güçlerin sayısız olduğunu hissediyoruz. Sırf şu yer değiştirme (piknik çadırından şatonun içine geçiş) sahnesindeki o - giz dolu - az sözle çok şey anlatma ustalığını ele alırsak, bu bölümde cansız varlıkla yarı canlı varlık arasındaki o garip özümleme, o insansız dekorla insanlıktan uzaklaşmış kadında birdenbire ortaya çıkan görkemli tinsellik (aslında ne birini, ne de öbürünü görürüz), bakışın saldırganlığı, ben, biz ve hiç kimse - bize hiç konuşmadan bir şeyler söylemekte, göstermeden bir şeyler göstermektedir. Sinema, burada, yazı'ya dönüşmektedir. Sözcüklerse görüntüdür, nesnelerin görüntüsüdür. Ve nasıl her cümle kendisini oluşturan sözcüklerin ötesinde bir şeyse, görüntülerin anlattığı da görüntünün kendisinden fazla bir şeydir. Artık hiç bir sesi dinlemeyiz. Hiç bir şeyi görmeyiz. Okuruz. Okuyucunun sözcükleri canlandırışı gibi, bizde görüntüleri canlandırırız; onlara birer imlem yakıştırırız. Böylece kurgu, kısa planları ardarda getirerek, oymacılığın sürekliliğini de bozmadan, belirsizlik, küçük parçaların çoğul zenginliği ve şiirsel izlenime özgü karanlık bırakış yardımıyla, filme yepyeni bir anlam ve imlem gücü kazandırır. Burada anlatı isterseniz anlatı değil de, hatırlatma diyelim tıpkı romanlardaki düzyazıda olduğu gibi, hem anlatıdır, hem de olaydır, dramdır.

Welles'in ilkin, Kane'in aile yaşamının önüne geçilmez çöküşünü, ikinci olarak da, Susan'ın, intihara dek varan sahne "yaşamı"nı çizerken kullandığı "tekrarlı sahnelere" gelince, bu yöntem de, sanıldığından çok daha yeni ve zengindir. Sartre, bir alışkanlığı ya da bir tekrarı dile getiren di'li geçmiş zamanın dengidir diyerek, bu yöntemin gerçek değerini göstermiştir. Yurttaş Kane'de, (anlatım) eylemin bir parçasıdır, eylemin kendisidir; anlatının ana örgüsü odur. Anlatan şöyle demektedir sanki: "Adam onu her yerde şarkı söylemeye zorluyordu; kadın bundan bıkıp usanmıştı; bir gün adama açılmaya niyetlendi..." Ama bununla alışılmış sinema dilinden uzaklaşmış olmuyoruz, yalnız, Welles, şimdiki zamanın yerine di'li geçmiş zamanı koyuyor.

Lirik iç döküş bir yana - ki bu iş, La Roue'da (Tekerlek) rayların şarkısı ile başlayıp, sessiz Sovyet sinemasının bütün "ilâhi"lerinde devam etmiştir -, böyle bir kurgu, genellikle, ancak iki erek için kullanılmaktaydı: ya bir kavram'ın yerini tutmak için, ve burada görüntü sözcükleri, tarihleri, bir metni görüntülemektedir. (bir takvimin yaprakları teker teker düşer, bir görünüm ya da bir yapının görünüşü değişir, gazete başlıkları birbirini izler falan); ya da, atılacak bazı bölümlerin özeti çıkarılarak, bir anlatıyı ölü ya da işe yaramaz sayılan anlarından temizlemek için. Her iki durumda da, hep yarar peşinde koşan biçim, özden önce gelmekteydi. Kane'de ise, özle biçim ayrılmamacasına birbirinin içindedir. Welles anlatım biçimini değiştirmekte, ama yine aynı öyküyü anlatmaktadır, öykünün özü, dolayısıyla ilgimiz, olduğu gibi kalmaktadır. Bu filmdeki kurgu bize bir bilgi değil, sürekli bir oluş halinde bulunmayan, kopuk kopuk bir gerçeklik verir. Bu parçacıklar hiç bir zaman menteşe gibi birbirlerine kenetlenmemiştir, ama filmin geri kalan yanından ayrı da değildirler Tıpkı bölümsel sahnelerin gerçek zaman içerisinde yer alışı gibi, onlar da film'dirler. Ayrıca şunu da belirtelim ki, yapıtın türü yani bir sürü anlatıdan kurulu anlatı türü-, böylesine doğal bir uyuma aykırı değildir. Ve filmin o olağanüstü yoğunluğu da işte buradan gelmektedir: gerek bir anlatı, gerek bir haber yazısı olarak, film, belge niteliğini korumaktadır.

Yurttaş Kane'i Geçmiş Zaman Ardında'nın sinemasal örneği, ve filmdeki ünlü cam küreyi de romandaki en az onun kadar ünlü Madeleine çöreği haline getirmek için bir sürü insan olanca zekâ ve saflığıyla çalışmıştır. Oysa, şekerli çöreğin, Guermantes'ların bahçesindeki takuş tukuş taşların ya da Vinteuil'ün o küçücük cümlesinin, Proust'un temel taşını meydana getirdiği ve ordan yola çıkaran kendini insan ve yazar olarak kurtaracağı son derece özel bir iç yaşantının (tecrübenin) başlangıç noktası olmasına karşılık, Welles'in filminde Kane'in geçmişinin incelenmesi onun tüm dışındadır ve ancak Kane'i tanımış olanların «geçmiş zamanı»m kapsamaktadır, ve cam küre, Proust'taki gibi, bir başlangıç değil, yalnızca bayağı bir anı-nesne'dir, ki bu ayrım, aslında, çok önemlidir tabiî. O, Kane'e geçmişinin anahtarını vermemekte, bu geçmişin bütününe yeniden sahip olmasını sağlamamakta, rosebud'u yeniden keşfettiği zaman, gözlerini kamaştırıp ya da umutsuzluğa düşürerek, Kane'i kendinden geçirmemektedir. Bu cam küre, onu ölüm saatıyla yüz yüze getirebilecek, onu o müthiş yalnızlığından kurtarabilecek biricik tanık, biricik duygusal gerçekliktir.

Melodramlardaki "anamın haçı"dır bu cam küre, goriot baba'nın, iki kızından uzakta can verdiğini gördüğü an istediği örgülü saça takılan zincirle madalyadır. Bilinçli bir yoksunluğun simgesi olarak, Kane onu uzun süredir büyük bir kıskançlıkla saklamaktadır; ama ne kadardır bu süre? Susan gittikten sonra, odayı kırıp geçirirken ona dokunmamıştır. Rosebud sözcüğünü daha önce de söylemiş, ve bu lâf sinirlerini yatıştırmıştır. Belki de aslında çocukluğuyla hiç bir ilgisi yoktur, ve belki de Kane, günün birinde, ona böyle bir ilgi yakıştırmıştır. Her neyse işte, spor kızağı da Xanadu'daki mobilyalar arasında yatmaktadır, oysa bu akıl alacak şey değildir. Bununla birlikte, kızakla cam küre Kane'in çocukluğundan başka bir şeye bağlı olabileceği için, ruhsal çözümleme yoluyla bir açıklamaya, bir doğrulamaya girişmek istemesek bile, araştırmayı bulguya yeğleyen Kane'in saçma bir yaratık olduğunu kolayca kabul edebiliriz. Bunu yapınca da, "Proust'çu" açıklamadan alabildiğine uzaklaşmış oluruz.

Yurttaş Kane'in sanatını dos passos'unkine benzetmek isteyenler de çıktı. Bu karşılaştırma pek de boş değildir. Ancak onu aşmak söz konusudur bu yapıtta. Gerçekten de, Welles, örneğin Dos Passos'un kullandığı o toplu bakış açısını bilinçli olarak yadsımak ister gibidir. Sartre ne de güzel söylemiştir: "Bir yaşamı Amerikan gazetecilik tekniğiyle anlatmak, onu, Salzbourg dalı gibi toplumsal bir gerçek haline getirmeye yeter. Dos Passos'un insanı, hem içe, hem dışa dönük, melez bir varlıktır. Onunla birlikte, onun içindeyizdir, onun sallantılı bireysel bilincinde yaşarız, ama birden bu bilinç direnmekten vazgeçer, zayıflar, toplumsal bilinç içinde eriyip gider. Oysa Yurttaş Kane'in amacı, toplumsal bilincin hiç bir zaman bir bireyi özetleyemeyeceğini göstermek, ve son derece bütüncü toplumsal bir yapı tarafından ta özünden bozulmuş da olsa, azıcık değerli bir insanın hemen sürüden ayrıldığım, göze battığını ima etmek değil midir?

Onun için, "Yurttaş Kane'deki, şurada ileri atılışlarla daraltılan, ötede derin geriye dönüşlerle çekilip uzatılan zaman, tıpkı Proust'un yapıtında olduğu gibi, başlıca dramatik öğedir" diyen Jacques Bourgeois'nin bu sözünü pek yerinde bulmuyoruz. Proust yeniden bulduğu geçmişiyle aynı anda yaşamaktadır. yumak halindeyken açılan, sonra yine sarılan zaman, onun yapıtında, Bergson'un Faulkner'ın kahramanları, hiç bir zaman yitip gitmeyen, hep gözlerinin önünde duran yapışkan geçmişleri içinde yaşamaktadırlar, o ünlü bellek-yaşamı'na benzemektedir, onun tarafından büyülenmiştirler. Dos Passos'un zamanı düzmece bir şimdiki zamandır, artık hiç bir şeyi saklayamayan, çürümüş bitmiş bir toplumsal bellektir. Welles'de, hattâ Kane'de çok geniş bir özgürlük vardır, onun için de, geleceklerinden vazgeçip bu kişiliksizliği kabul edemezler. Bir anlatı, açıklamak, dünyaya bir düzen getirmek zorunda olduğu için geçmiş zamanda verilir. Yurttaş Kane de - bir sürü anlatıdan kurulmuş bir anlatıdır, öyleyse geçmiş zamandadır. Ama bu anlatı sinema diliyle yapıldığı ve sonunda bir düzen getirmek zorunda kaldığı için, zaman zaman, hiç de çelişmeye düşmeden, şimdiki zamanda verilmektedir. Böylece Kane Özgürlüğünü elde etmekte ve bütün öykü (yalnız Kane'inki değil, filmin bütünü) gerçeklik kazanmaktadır. Gerçeklik ve yavuzluk. Çünkü Kane'in "giz"inin, gözden kaçan bu boyutun, Kane'e yaklaşmaya çalışan ve ona ayıracakları yer önceden belli olan kişilerin hiç ilgisini çekmemiş bulunması gerçekten çok anlamlıdır. Bilmecede eksik kalan parça, Kane'in özgürlüğüdür, ama sonra kızak gözümüzün önünde yanıp kül olmakta ve bize, Welles'in lütfuyla, sorunun anahtarını, bilmecenin eksik parçasını vermektedir: welles'in özgürlüğüdür bu.

Aşırı da olsalar, televizyon yazarı welles'in sözleri bize sinemacı welles'in köklü özgünlüğünü göstermektedir. "Televizyon dramatik bir anlatım aracı değildir, anlatısaldır, hattâ öyle ki, en iyi hikayeci odur. Ben öyküleri dramlara, sahne oyunlarına, romanlara yeğlerim." "En önemli şey anlatılandır, gösterilen değil. Sözcükler artık sinemanın düşmanı olmaktan çıkmıştır: film, sözcüklere yardım etmekten başka bir iş yapmaz çünkü televizyon, gerçekte, resimli radyodur."

welles, televizyonda da sürdürdüğünü açıkladığı sinemayla radyo arasındaki bu bireşimden yola çıkarak, ima ile görüntü arasında büyüyüp gelişmiş bir sanat olan sinema sanatının temel çelişmesini, anlatı-belge, geçmiş zaman-şimdiki zaman çatışmasını, kendine özgü bir biçimde çözmek üzere, yeniden yaşamış ve düşünmüştür. Sessiz film görüntülerle konuşuyordu. 1930'la 40 arasındaki sesli filmlerse yalnız sözlerle konuşuyordu. welles'le birlikte, ve welles'ten sonra, sinema hem görüntüyle, hem sözle konuşur olmuştur. Sözcükler artık sinemanın düşmanı değildir, ama onlar görüntüyü de bir kıyıya itmezler. Ve bu "resimli roman" bizi şaşırtmamalıdır: filim sözcüklere yardım etmekte, sözcükler de filme. "En önemli şey
anlatılandır, gösterilen değil." Ama ya anlatılan gösterilen'de varsa sözcüklerle ortaya konmuşsa? Gözle görülür kılınmışsa demiyorum, çünkü böyle bir sıfat, metnin bir şeyler betimlediği anlamına gelebilir. Metnin ortaya çıkardığı, var ettiği diyorum. Dram içerisinde, konuşulan dilin berisinde kalan sözcüksüz bir dil gibi gelişen, sessiz mimikli sinemaya karşılık, çağdaş sinema, dilin ötesine geçmek, sözcüklerin verdiğinden öte bir dil olmak istemektedir: roman ya da şiir. Ama önemli olan yine de konuşulan dildir. Görüntü, mimik aracılığıyla, sözü dilsizlik içinde dile getiriyordu. Bugünse, söylenen metnin arkasındaki görüntü, söze bir çokdeğerlilik, okunan bir metnin çokyüzlülüğünü kazandırmaktadır. Ve diyalektik olarak, görüntü, sözü hem yıkmakta, hem de desteklemektedir.

welles'in sineması, welles'deki doğa ve «karakter», kişilik ve inançlar çatışmasını dile getirmektedir. Kişilik anlatı'yı ortaya çıkarmaktadır: yazarın hiç bir zaman ortadan silinmediği, tam tersine, bütün gücüyle, bütün yetkisiyle boy gösterdiği, önermeden önermeye geçerek derdini anlatma biçimi, inançlarsa, kahramanlara belli bir özgürlük tanımaktadır. Kurgu, bunlar arasındaki diyalektik bağı yaratmakla yükümlüdür.

İşin asıl şaşırtıcı yanı şu ki. Yurttaş Kane 1946'da Fransa'da gösterildiği zaman yayımlanmış eleştirileri gözden geçirdiğimiz,- filmden yana çıkanlar da içinde olmak üzere, hemen - herkesin, bunun kısa ömürlü bir yapıt olduğunu, bir başlangıç noktası olmak ne demek, sadece, uzun bir geleneğin son halkası, garip bir üstün yeteneğin topluma mal edilemeyecek gelip geçici bir ışıltısı olduğunu düşündüğünü görüyoruz. Oysa bu eleştirmenlerin hepsi, gerek derin görüş alanı, gerek filmin-durgun ya da hareketli-uzun planlara bölünmesi eğilimi, gerekse deyiş içtenliği ve özgürlüğü yönünden Yurttaş Kane'e çok şey borçlu eski ya da yeni bir sürü film sayacaklardır; çünkü yazarın varlığı üslûbun ardında öylesine belirgindir ki, deyiş, onu yaratan insan olup çıkmıştır, ikisi de aynı değerdedir. Çok doğal bir oluşumla, biçimin kalıcılığı, kişiliğin, yani deyiş'in kalıcılığından önce kendini belli etti. Bu konuda Cocteau'nun sözlerini ödünç alabiliriz (o bu lâfları kübizmi açıklarken kullanıyordu): Bazin bölümsel sahnelerden söz etti, yaratıcılar bunu her yerde kullandılar. Ondan sonra, en iyileri, kurguyu ve kurgunun somut evren içinde soyutlama yetisini yeniden keşfettiler. Sırf görüsel açıdan da olsa bize anlatılan dram, gösteri ya da anlatı, adım adım çözdüğümüz bir yazı haline gelebildi. Yurttaş Kane'deki tutkuların bu sözcüğü bile bile kullanıyorum en gerçek mirasçısı, gelmiş geçmiş öykücülerin en büyüğü olan Jean-Luc Godard'dır derken yanıldığımı hiç sanmıyorum. Ve onun da, Shakespeare'den çok "güldürü ögeleri"yle uğraşması ne büyük kayıp...

barthelemy amengual
çeviren: bertan onaran
yeni sinema dergisi, ağustos - eylül - ekim 1968
sayfa: 23-24-25-26-27-28-29
https://www.arsivsozluk.com/d/47
Devamını okuyayım...
disco
0

red alert

zeplin dergisi mart 1997 tarihli 23. sayısında, oğuz kanca tarafından hakkında yazı yazılmış oyundur.

sizi sarsacak, gece gündüz başında esir edecek, rüyanıza bile girecek bir oyunun tanıtımı ve açıklamasıyla karşınızdayız.

evet! aylardır bilgisayarcılara, oyunculara ve daha birçok kişiye sorup da haber alamadığım oyun karşımda. rüya değil! zaten bu kadar güzel bir oyun rüyada bile görülmez.

(bkz: dune ii) ile başlayan serinin bu hale geleceği svga olacağı kimin aklına gelebilirdi ki? westwood yine kendini zorladı ve kendinden bekleneni verdi. oyunun konusuyla oyunun tanıtımına başlamadan önce size "merhaba" diyorum. (heyecanım yüzünden unutmuşum). oyun bilim adamı -suratı görülmese de bence einstein- ve asistanının- suratı görülse de kim olduğunu bilmiyorum- zaman yolculuğu yaparak hitler'i zaman çizgisi dışında atmalarıyla başlıyor. hitler ii. dünya savaşını başlatmayınca rusya çok güçlenir ve stalin önderliğinde dünya devleti kurmak için savaşmaya başlar. bu amaca karşı koymak isteyen devletlerde allied forces'ı oluşturunca dünya allied sovyet çatışmasına sahne olur.

tarafınızı seçip oyun başlamadan önce oyunun dos ve win 95 edisyonu olduğunu söyleyeyim. dos sürümü windows sürümünün yanında çok sönük kalıyor. çünkü dos sürümü svga olmuyor. windows sürümünü oynayınca svga farkı görülüyor.

oyunda hangi tarafı seçerseniz o tarafın güvenilmez generali olarak oynamaya başlıyorsunuz. oyunda tam bir nod veya tam bir gdi yok. yani ünite tipleri karıştırılmış. red alert c&c'ye benziyor; fakat kesinlikle bir mission disk değil (sovyet'in son demosunda bu konuda sürprizler var). güç dengesi çok iyi ayarlanmış. sovyet yerde ve havada çok güçlü ama denizde çok etkin değil. ayrıca rocket soldier yapamıyor. hava saldırılarına yenik düşebiliyor. yer saldırıları ise tesla coil aktif olduğu sürece söz konusu bile değil. allied forces ise denizde çok güçlü. ayrıca hava saldırılarına karşı daha güvende. onların zayıflığı yer saldırılarına karşı.

oyunun başlangıcına yenilik olarak zorluk derecesi ayarı konmuş. tavsiyem normal seviyeden başlamanız. oyunun zorluk derecesine göre size gelecek olan destek güçlerinin ne kadar zamanda gelecekleri, ünite ve bina yapma ücretleri, ore truck'ın getirdiği kredi miktarı ve başlangıç krediniz ayarlanır. oyunda adı değişmiş üniteler ve binalar çok fazla.

ayrıca engineer'ın rolüne rol eklenmiş:

- eğer tamamen sağlam bir düşman binasına sokarsanız çok büyük hasar verir.
- eğer enerji çizgisinin rengi kırmızı olan bir düşman binasına sokarsanız binayı ele geçirir.
- enerjisi ne kadar düşük olursa olsun herhangi bir binanıza sokarsanız (engineer'ı seçip kötü durumdaki binanın üstüne gelince imleç sarı bir ingiliz anahtarı halini alır) enerjiyi en iyi duruma getirir.

yeni binalar

sovyet
- sub pen: sadece denizaltı ve transport yapmaya yarar. tamamen denize kurulur. karayla bağlantısı olmayabilir; fakat kurabilmek için denize yakın bir bina olmalıdır.
- airfield: red alert'ta sovyetler de ağır silahlarını war factory'de yaptıkları için airfield'in c&c'dan çok daha değişik bir rolü var: daha sonra açıklayacağım hava ünitelerine yuva olmak. ayrıca c&c'daki air strike'a benzer saldırılar yapmak.
- helipad: c&c'de de vardı; fakat nod yapamıyordu. şimdi sovyet de yapabiliyor.
- tech center: dune ii'den günümüze gelmiş, fakat görevi biraz farklı.
- iron curtain: bu buluş ünitelerinize invulnerability adlı bir özellik sağlıyor. böylece bir süre için ünite vurulmuyor, ne kadar ve ne güçte ateş edilirse edilsin enerjisi azalmıyor.
- flame tower: askerlere karşı çok etkili fakat tanklara yenilmeye mahkum. alev makinalı bir savunma kulesi.
- kennel: insanların (allies dışında) en büyük dostu olan köpekleri üretiyor.
- missile site: atom bombası atar. siz sovyet generaliyken yapamazsınız, allied generaliyken sovyetler size karşı kullanır. (adaletin bu mu dünya?)
- forward commant post: burada soviyet generalleri bulunur. siz yapamazsınız faka, computer yapabilir. sanırım atom bombası buradan idare ediliyor. allied'ın bazı bölümlerde burayı ele geçirmeniz isteniyor.

allied
- aa gun: uçaksavar. sam site yapamayan allied bunları kullanıyor.
- tech center: bu tech center'ın farkı uydu yapıp yollaması. ilk kurduğunuzda otomatik olarak bir uydu yapmaya başlar ve bir süre sonra bütün haritayı görebilirsiniz. tech center yıkılırsa harita birliklerin gördüğü yerler dışında kararır. yeni bir tech center yapılınca ise yeniden uydu atılışını beklersiniz.
- naval yard: gun boat, destroyer, cruiser ve transport yapar.
- gap generator: sinir olduğum bir şey... allied forces'la bitirirken yapamadım sovyet'le bitirirken allied bunu yapabiliyordu. tam bir problem. yapıldığı yerin belli bir alanını düşman için görülmez kılar. o alanda askeriniz yoksa tamamen karanlık görünür.
- chronosphere: ışınlayabilirsiniz mr. spock. ışınlamaya yarar. oyunun senaryosunda allied'sanız elde tutmaya, sovyet'seniz ele geçirmeye çalıştığınız einstein'ın teknoloji harikası. ışınlanan ünite bir süre sonra ışınlandığı yere geri gelir. ayrıca apc'yi içinde asker varken ışınlarsanız askerler yok olur.

hava üniteleri

sovyet
- yak attack plane: çok güçlü silahlara sahip değil ama düşman askerlerini öldürmek için birebir.
- mig attack plane: yak'tan güçlü bombardıman uçağıdır.
- hind: rusların tanınmış helikopteri. taramalılarıyla rakibe zorluk çıkartıyor.
- parabomb: parasız servislerden biri. bir uçak gelir ve bir sürü paraşütlü bomba bırakır. c&c'un air strike'ından çok daha güçsüz.
- paratroopers: paraşütlü rifle soldier'larla indirme yapıyorsunuz. doğru yere yapılırsa çok işe yarıyor. ücretsiz servis.
- spy plane: seçtiğiniz ufak bir alanı görmenizi sağlıyor. bu da ücretsiz.

allied:
- longbow: orca'nın akrabası... güzel helikopter. beş altı tanesi az asar görerek bir sam site yıkabilir.

deniz üniteleri

sovyet:
- submarine: denizaltı. etkili ama çok değil.

allied:
- gun boat: c&c benzeri. çok etkili değil.
- destroyer: gun boat'tan daha güçlü. ayrıca havaya da ateş edebiliyor.
- cruiser: inanılmaz bir silah. menzili çok yüksek. düşman binaları yerle bir ediyor. tek atışta power station yıkabiliyor. isabet yüzdesi biraz düşük. tek zayıflığı hava ünitelerini vuramıyor ama hiçbir hava ünitesi onu batıracak kadar güçlü değil.
- transport: iki taraf da yapabilir. üniteleri kıyıdan kıyıya taşımaya yarar.

yer üniteleri

sovyet:
- v2 roket dune ii'nin roket launcher'ının isabet yüzdesi çok yüksek olanı. bir atışıyla ortalığı toz duman eder. çok yavaş dolan bir roket atar.

allied:

- mobile gap generator: radar bozan kamyon. siz allied'ken yapamazsınız düşman allied'ken yapar... (bana ne ya... oyun mızıkıyo ya!)
- mine layer: mayın aracı. içi boşalınca service depot'ya götürüp satabilirsiniz.

ayrıca allied forces'ın medium tank, light tank, artillery, ranger, apc gibi sovyet forces'ınsa heavy tank, mamouth tank gibi c&c'dan kalma üniteleri var. bunları sonra açıklayacağım.

askerler

sovyet
- attack dog: sovyet'in spy'a karşı tek önlemi. çabuk ölür fakat öldürülmezse askerleri afiyetle yer.

allied
- medic: sağlık ekibidir. askerleri iyileştirir.
- thief: düşman silo'larına girer para kazandırır.
- spy: bu birlikte etrafı görmenizi ve bir binaya girerse üretimini öğrenmenizi sağlar. köpekler dışında kimse onu görmez.

c&c oynamamışlar için

binalar:
- construction yard: en değerli binanız. kaybederseniz bir daha yapma şansınız olmayan tek bina. her türlü bina buradan üretilir. satınca en fazla parayı getirir ama satmanızı bölüm sonuna doğru bile olsa tavsiye etmem.
- power station: elektrik üretmeye yarar. base'e yeterli elektrik gitmezse sovyet'seniz tesla coil deaktive olur, üretim yavaşlar, radar dome durur. allied'sanız aa gun deaktive olur, üretim yavaşlar, radar durur. (uydunuz varsa durmaz)
- advanced power station: power station'dan daha fazla elektrik üretir. daha büyük ve pahalıdır.
- ore rafinery: bu bina sizin para kazanmanızı sağlayan binadır. bunun için construction yard kadar önemlidir. eğer bir düşman saldırısında bu binayı kaybederseniz ve diğer binaları satarak yeniden yapımı için gerekli krediyi sağlayamazsanız (ve thief'iniz yoksa) yenilginiz neredeyse kaçınılmazdır. her ore rafinery kendi ore truck'ıyla gelir. diğer ore truck'ları da kabul eder tabii.
- barracks: asker üretim merkezi. buradan askerleriniz çıkar.
- war factory: bütün meknize birlikler -ore truck dahil, helikopter ve uçaklar hariç- burada üretilir.
- tesla coil: allied'ın kabusu olabiliyor. tesla coil elektrik dalgası atarak çalışır. bir atışıyla bir tankı yarı can edebilir, bir askeri öldürebilir, bir binanın canına okuyabilir.
- sam missile site: helikopterlere ve uçaklara füze atan etkili bir savunma binası.
- pill box: askerlere karşı, tanklara karşı olduğundan çok daha etkili olan taramalı silahlara sahip savunma siperi. camo pill box ise daha iyi saklanmıştır.
- service depot: ünitelerinizi tamir eder. ayrıca ünitelerinizi ancak buradan satabilirsiniz.

üniteler

- light tank: enerjisi ve atış gücü fazla olmayan tank türüdür. birkaç tanesi büyük işler yapabilir.
- medium tank: zırhı oldukça güçlüdür. atışı ise yeterince zarar verir. light tank'tan daha pahalı.
- artillery: hareket kabiliyeti fena olmayan bu topçu birliği bir atışıyla askerleri öldürebilir ama zırhı çok güçsüzdür. birkaç tank eşliğiyle büyük ataklar gerçekleştirebilir. atış gücü çok yüksektir.
- ranger: taramalı tüfeklerle silahlanmış bu jip askerlere karşı tanklardan daha etkili. son bölümlerde ranger'a neredeyse hiç ihtiyacınız kalmıyor.
- apc: insan taşımaya yarayan bu aracın en büyük özelliği çok hızlı olması. ama tabii ki atış gücü fazla değil ve zırhı zayıf sayılabilir. sovyet'te oynuyorken yokluğunu çekiyorsunuz.
- heavy tank: mamouth tank'tan sonra en güçlü tanktır. zırhı kuvvetli, atışı güçlüdür. manevra kabiliyetinin düşük olması ise dezavantajı.
- mamaouth tank: işte bu oyunun en güçlü tankı. hem sağlam, hem öldürücü, hem de yeterince hızlı. hava ünitelerine de ateş edebilen tek tank. kendi kendini tamir etme özelliğine sahip ama ancak enerjisinin yarısını tekrar kazanana kadar tamir ediyor.
- ore truck: ore toplama aracı. o da mamaouth tank gibi kendisini tamir edebiliyor. fazla hızlı değil ve hiç silahı yok.

askerler
- grander: c&c'den gelen ele bombalı asker. (sovyet)
- flame thrower infantery: alev makinalı asker. (sovyet)
- roket soldier: c&c'den bazukalı asker. (allied)
- tanya: güzel kadın ama biraz vahşi. askerleri bir atışta öldürür, binaları bir emirle havaya uçurur. c&c'un gdi commando'sunun dişi sürümü. ama ilk demoda söylendiğine göre gönüllü asker (allied)
- rifle soldier: c&c'den taramalı tüfekli asker. (sovyet & allied)
- engineer: yapabilirliğinden daha önce söz ettiğimiz mühendis. (sovyet & allied)

çabuk emirler
- ctrl + (1...4): birlik seçimi. istediğiniz kadar birliğe bir anda geri dönebilirsiniz.
- ctrl+ (f9...f12): bir yeri seçin. ctrl ve f9...f12'den birine basın. örnek: ctrl + f9 herhangi bier yerde tekrar f9'a basınca seçili yeri görürsünüz.
- f: bir takımı seçip bu tuşa bastığınızda sonraki emirlerinizde o andaki dizilimleriyle hareket ederler.
- g: gard moduna sokar. bu şekilde seçilen birlikler çevredeki düşman birliklerine saldırırlar.
- ctrl + sol fare tuşu: kendi binanızı yıkmanız gerektiğinde bir ünite seçip bu tuşlara basarsanız seçtiğiniz ünite oraya ateş eder.
- alt + sol fare tuşu: tank askerler ateş ediyorken tankı seçip imleç askerlerin üzerindeyken alt ve sol fare tuşuna basarsanız tank askerleri ezmeye çalışır.
- x: tank askerlerinizi ezmeye çalışıyorsa veya askerleriniz bir alandan kaçmalıysa askerleri seçip x'e basın. askerleriniz dağılırlar.
- s: seçili üniteyi durdurma sağlar.
- ctrl + alt + sol fare tuşu: herhangi bir üniteye eşlik edip onu korumamızı sağlar.
- h: construction yard'ı görmenizi sağlar.
- e: bütün üniteleri seçmenizi sağlar.
- home: üniteyi ekranın ortasına alır.
- n: bir sonraki üniteyi sırayı geçirir.

İpuçları
- construction yard'ları yok etmekten çok ele geçirmeye çalışın.
- unutmayın ki düşmana yakın bir yerde ele geçiridiğiniz herhangi bir bina oraya başka binalar kurabilmenizi sağlar. örnek: allied base'inde sovyet tesla coil'i. tarif: tesla coil yapılır fakat yerleştirilmez. allied'a yapılan bir saldırıda arkadan dolaşan engineer'lar bir power station ele geçirir. yanına önceden yaptığımız tesla coil'i de kurduğunuzda servise hazır (ayrıca tesla coil veya turret gibi silahlı binalar düşman binalara da ateş edebilir)
- bir yeri ele geçirip yanına elinizde daha önceden olan bir üretim binası kurarsanız yeni yapılan ünitelerin bu binadan çıkmasını sağlamak için bu binayı primary seçin. bunun için binayı seçin ve üzerine tıklayın.
- bir yeri ele geçirmeden önce orayı hırpalayın (engineer'ları hasar vermek için kullanmayın).
- tesla coil'e olan saldırıları (direkt tesla coil'e değil power station'lara yapmanızı tavsiye ederim) havadan yapın. ayrıca sam missile site ya da aa gun yıkmadan önce construction yard'ı ele geçirin veya yıkın. yoksa düşen ya da yaralanan hava ünitelerinizin boşu boşuna harcandığını computer aynı yere aynı binayı tekrar kurarken fark edersiniz.
- sık save edin, az üzülün.
- denize çok yakın değilseniz yaklaşmak için silo kurun (elektrikli tel yok).
- allied'da kosigin'i kurtarmanız gerekirken bölümde onu kurtarmak için apc yollayın, yoksa köpekler, kosigin köpeklere yem olur (denenmiştir).
- allied'ın atom bombalarını yok etmesi gereken bölümünde (binanın içinde) önce spy'ı aşağı doğru yollayın. aşağıda tankların olduğu yeri tam olarak görünce tanya gelecektir.
- bina içi görevlerinde askerlerinize uzun mesafeye gitme emri vermeyin; yoksa herhangi bir üniteyle, özellikle de köpeklerle, karşılaşınca ateş etmezler. ateş etmeleri için tekrar atış emri vermelisiniz. ayrıca savaş olduğunda kesinlikle engineer'ları saklayın ve medic'leri kullanın.
- allied'ın on ikinci bölümünde sovyet'in sol base'inin yanındaki su birikintisine naval yard kurun ve cruiser yapın. soldaki üssün nasıl yok olduğunu seyredin.
- aynı bölümde sağdaki üsse cruiser'la saldırmayın. "mission failed" denildiğinde cruiser'ın tech center'a kendi kendine ateş edip yıktığını acı bir şekilde fark edersiniz.
- sovyet'in son bölümünde ekranın solunda ufak bir base var orayı ele geçirin. gerisi kolay.
- rusların atom bombası rampalarını çabuk yok etmezseniz bir süre sonra ekran beyazlaşır. base'e döndüğünüzde base'in yarı yarıya yıkıldığını görürsünüz.
- son olarak rus bayan generalin elinden asla çay içmeyin. (dost tavsiyesi).

ses efektlerine gelince gördüğüm çoğu oyundan çok daha iyi. ingilizce aksanlarını duyunca şok oldum. her türlü detay düşünülmüş. oyun müzikleri muhteşem. bundan başka çok orijinal görevler de düşünülmüş. bazı bölümlerde de zamana karşı yarışıyorsunuz ve bazılarında ise bina içinde oynuyorsunuz.

ayrıca fransa'da are you ready for (more?) alert adlı (adından emin değilim) yeni mission'lar ve mission editor içeren bir cd çıkmış. istanbul'a da yakında gelecektir umarım.

bu arada ufuk bu ay elde olmayan sebeplerden dolayı yazamıyor (ha ha ha!). özürleri duyurulur.

bu oyunun pentium 100 24 mb'ta oynamama rağmen müzik değişimlerinde arasıra takıldı umarım sizde olmaz.

son olarak bu oyunu almazsanız hayatınız boyunca pişmanlık duyarsınız, geceleri rüyanıza ak sakallı nur yüzlü askerler girer. hem sonra arkanızdan ağlar (abarttım galiba). ama her yönüyle mükemmel bir oyun istemiyorsanız (size bir psikolog numarası verebilirim) siz bilirsiniz. ayrıca red alert'ı iki tarafta da bitirmiş bir kişi olarak sorulara açığım. haydi askerler fare başına!

(bkz: oğuz kanca)
(bkz: zeplin dergisi) , yıl:2, sayı: 23 - mart 1997
sayfa: 8-9-10-11-12

https://www.arsivsozluk.com/d/41
Devamını okuyayım...
disco
0

yurttaş kane

(bkz: citizen kane)
disco
0

fifa 2001

Futbol severlerin ve oyuncuların sabırsızlıkla beklediği oyun, bu yazı hazırlanırken piyasaya henüz sunulmamıştı ama gördüğümüz ekran görüntüleri ve edindiğimiz derin bilgiler beklentilerimizi bir kat daha artırmıştı.

motion capture yönteminin sağladığı avantajla “realistik” kelimesinin hakkını veren oyun yıllardır taşıdığı “1 numara” damgasını boşuna yemediğini son versiyonuyla ispatlamaya hazırlanıyor. electronic arts’ın Kanada stüdyolarında geliştirilen oyun için bu sene yine Amerikan Futbol Ligi “MLS” oyuna sponsor oldu. Zaten oyunu Internet’te herhangi bir sitede aramaya kalktığınızda FIFA 2001 Major League Soccer ismi karşınıza çıkıyor. Oyunda yine 3D oyuncu modellemeleri, gol sonrası sevinç gösterileri ve maç başlangıç görüntüleri var. Her sene olduğu gibi top saklama tekniklerinde bir değişime gidilmiş. Bu sene artık Ctrl ya da Alt tuşlarında bastığımız zaman geçen yıllardaki hareketler yerine değişik varyasyonlar seyredeceğiz. Tabi top sizde olmadığı zamanlardaki taktiklerde de bir değişime gidildiği gelen duyumlar arasında. Ama tam olarak bir şey söylemek için oyunun piyasaya çıkmasını bekliyoruz. Oyunda bu yıl en dikkat çekici değişimlerden biri de artık maç sırasında yan hakemleri de görebilecek olmamız. Daha önceleri orta hakem hegomanyasındaki oyunun böylece daha adil bir oynanış sunması bekleniyor. Bariz ofsaytlardan yediğimiz goller daha dün gibi aklımızda. Yan hakemlerin oyunun yapay zekasına bir katkı yapıp yapmayacağını ise oyun piyasaya çıkmasıyla anlayabileceğiz. Umarız yan hakemlerin katkısı sadece grafik çeşitlemesi olarak kalmaz ve oyunlar daha zevkli bir hale gelir.

Kımılda Biraz

Bir 3D model çizersiniz. Modelin eklemlerini, hareket edebilir hale getirirsiniz. Fakat, gerçek insanın yürüyüşündeki ahengi, akıcılığı ve “insanlığı” gerçek insanları kullanmadan o modele veremezsiniz. Eğer modeli kendi tasarladığınız hareketlerle hareketlendirmeye kalkarsanız insan görünüşlü bir robot tasarlamış olursunuz.

Motion capture tekniği çizilen modellere gerçekçi hareketler kazandırmak için kullanılan bir yöntem. Bu yöntemde hareketleri kaydedilecek insanın üzerine bilgisayara bağlı vericiler bağlanıyor. Aynı anda 3D yazılım da çalıştırılıyor ve üzerinde vericiler bağlanan insanın hareketleri gerçek zamanlı olarak modele aktarılıyor ve hareketlendirilmiş bu 3D modeller kaydediliyor.

ea sports’un FIFA serisinde ilk olarak fifa 97’de kullanılan motion capture tekniği, futbolcuların hareketlerine, serinin önceki oyunlarındakilere göre bariz bir gerçekçilik hissi katmıştı. (bkz: fifa 98)’de futbolcuların sevinme, üzülme ve hakeme itiraz etme görüntüleri için de yine motion capture tekniğinden faydalanıldı. fifa 99’da hem hareket sayısı arttırılmıştı hem de futbolcuların ağız hareketleri konuşma, sevinme ve üzülme esnasında değişiyordu. Yine motion capture ile kaydedilen bu hareketlere fifa 2000’de pek çok yenileri eklendi. Mesela artık futbolcuların surat mimikleri vardı ve gol atan bir futbolcunun yüzünden sevincini, yere düşürülen başka bir tanesinin yüzünden acısını, kırmızı kart gören bir diğerinin yüzünden de sinirini anlayabiliyordunuz.

FIFA 2001’de Neler Var?

Fifa 2001’de surat modelleri ve üzerinde özellikle durulmuş ve mimiklerde dudak uçuklatan bir gerçekçilik sağlanmış. Artık Hagi gerçekten Hagi gibi; hasan şaş ise zenci değil. Bunun yanında, motion capture kayıtlarında aralarında dünyaca ünlü, lothar matthaus, Hidetoshi Nakata, Paul Scholes, Thierry Henry, Edgar Davids, Gaizka Mandieta, Shimon Gershom’un da bulunduğu pek çok futbolcu kullanıldı. Profesyonel futbolcuların hareketleri kendisini oynanışta da şüphesiz belli edecek. Kafa toplarında kambura yatma, çalımlarda ayağa sert girme gibi “şık” ofansif hareketlerin karşılığında rakipleriniz de yine aynı şekilde “şık” bir biçimde acı çekecekler.

Geçen yıla göre değişmeyen noktalara da kısaca bir göz atalım. İlk olarak bu sene FIFA’nın herhangi bir kural değişikliğine gitmemesinden dolayı oyunda kural olarak değişen bir şey yok. Yine geçen yıllarda olduğu gibi oyun modları da aynı. multiplayer desteğinde ise bir artırıma gidilmemiş yine. Aynı anda LAN üzerinden 4 kişi oynayabileceğiniz bir network oyun modu mevcut. Ayrıca 8 kişiye kadar da aynı bilgisayar üzerinden farklı takımlar seçerek oyun oynama ve turnuva düzenleme şansınız da var. Oyun Hagi ile tanıtımı gerçekleştirdikten sonra piyasayı uzun süre meşgul edeceğe benziyor. Eğer siz de oynayanların böbürlenmelerinie aldırış etmek istemiyorsanız oynamamazlık etmeyin, acele edin.

oğuzhan özdemiralp burak beder
gamepro Dergisi – Kasım 2000 – 13. Sayı – ISSN: 1302-5651 Yaysat No: 2000011
Sayfa: 24

https://www.arsivsozluk.com/d/20
Devamını okuyayım...
disco
0

semih erden

2007 yılında nba türkiye dergisi için bülent avcı ve mete aktaş ile röportaj yapmıştır.

gözü yükseklerde

hırsı ve bir basketbolcu olarak belki de standartların üstündeki fiziğiyle dikkatleri üzerine çeken, fenerbahçe'nin ve milli takım'ın genç yıldızı semih erden yine birbirinden iddialı açıklamalar yaptı. hedef ispanya'da şampiyonluk diyen semih, nba'in süper starı nowitzki'ye de meydan okudu.

nba türkiye: italya kampında oynadığımız hazırlık maçlarında iyi sonuçlar elde edemedik. efes world cup'ta başarılı olabileceğimize inanıyor musun?
semih erden: italya kampında çok yoğun ve zorlu idmanlar yapıyorduk ve bunun verdiği yorgunlukla maçlara çıkıyorduk. bu da tabii ki skor yönünden istediğimiz sonuçları almamızı engelledi. ancak efes cup'taki durum biraz daha farklı olacak. son ciddi sınavımıza çıkacağız ve bu turnuvada, şampiyona öncesinde ne durumda olduğumuzu göreceğiz. onun için efes cup'ta çok daha iyi mücadele edip, skor yönünden de daha memnun edici sonuçlar alacağımıza inanıyorum.

nba türkiye: peki sana göre şampiyonada milli takım'ın hedefi ne olmalı? nasıl bir başarı beklemeliyiz?
semih erden: tabii ki şampiyonluk. dünya kupası'nda çok genç ve tecrübesiz oyuncularla mücadele ettik ve iyi bir derece elde ettik. şimdi daha tecrübeli ve daha iyi bir kadroyla mücadele edeceğiz. kadromuzda serkan gibi kaya gibi avrupa'da söz sahibi oyuncular var. hidayet türkoğlu ve mehmet okur nba'de harikalar yaratıyor. bunun yanında dünya kupası'nın genç oyuncuları artık daha tecrübeli ve daha fazla sorumluluk alıyorlar. oğuz, ersan gibi isimleri örnek verebiliriz. dolayısıyla çok geniş bir kadromuz var ve bu kadro şampiyonluğu elde edebilecek güce sahip.

nba türkiye: sen çok genç yaşlarda birçok takımın transfer listesine girdin ve fiziğinle, hırsınla da sürekli izlenilen bir oyuncu oldun ama özellikle dünya şampiyonası'ndaki formun ve bu sezon fenerbahçe ülker'de sergilediğin performans avrupa'nın büyük kulüplerinin de transfer listelerine girmeni sağladı. senin düşüncelerin nedir? avrupa'da veya nba'de oynamayı istiyor musun?
semih erden: fenerbahçe ülker'le 2 yıllık daha kontratım var ve böyle büyük bir camiada oynamaktan dolayı çok mutluyum. özellikle muhteşem bir taraftarımız var. onlarla birlikte fenerbahçe ülker'de çok büyük başarılar elde edeceğimize inanıyorum. üstelik kulüp olarak çok büyük olanaklara sahibiz. her şey dört dörtlük diyebilirim ancak her basketbolcunun rüyasını nba süsler. ben de eğer her şey yolunda giderse nba'de oynamayı çok istiyorum.

nba türkiye: bilinen bir şey vardır, uzun oyuncu geç açılır ve uzun oyuncunun formunu yakaladığı, en verimli olduğu yaşlar da 27-28'dir. ancak sen henüz 21 yaşındasın ve inanılmaz iyi bir performans sergiliyorsun. özellikle son iki sezondur da kendini git gide geliştiriyorsun. peki ölü sezonda kendin nasıl hazırlıyorsun? yani lig bittiği zaman ve milli takım'dan arta kalan zamanlarda neler yapıyorsun?
semih erden: sürekli çalışıyorum. tanjevic'in fenerbahçe ülker'in başına gelmesiyle tabii ki çalışma tempom daha da arttı. idmanlara daha erken gelip, daha geç çıkıyorum. çünkü artık iki tarafta da gözetim altındayım. bu işin şakası tabii ama gerçekten de artık idman sürelerim daha da arttı. sürekli olarak eksiklerimi tamamlayacak idmanlar yapıyorum.

nba türkiye: eksik gördüğün yönlerin var mı ve eksiklerini gidermek için özel idmanlar yapıyor musun?
semih erden: özellikle şut yönünden kendimi eksik görüyorum ve bunun için özel idmanlar yapıyorum. efes pilsen final serisinde bu idmanların karşılığını aldım ve iyi bir şut yüzdesi yakaladım. onun dışında uzun boyuma rağmen hareketli bir yapıya sahibim ve bu özelliğimi daha iyi kullanabilmek, maç içindeki eşleşmelerde rakip oyuncuya üstünlük sağlayabilmek ve de daha rahat adam geçebilmek için bazı özel çalışmalar yapıyorum.

nba türkiye: tanjevic'in hem milli takım hem de fenerbahçe ülker'in coachu olması senin için bir avantaj mı?
semih erden: tabii ki daha avantajlı, çünkü çok fazla gözlemleme şansı olmuyordu. sadece milli takım kamplarında bir araya gelebiliyorduk. ancak şimdi fenerbahçe ülker'in de başına gelmesiyle daha fazla konuşabiliyor ve fikir alışverişinde bulunabiliyoruz.

nba türkiye: kampta neler yapıyorsunuz? takımdaki oda arkadaşın kim? idmanlar dışında eğlenmeye stres atmaya zaman bulabiliyor musunuz?
semih erden: italya kampında olduğu gibi türkiye'deki kampta da oda arkadaşım ömer aşık. açıkçası boş vakitlerimizde en fazla yaptığımız şey uyumaktı. çünkü inanılmaz yoruluyoruz ve dinlenebilmek için de bol bol uyuyoruz. arada bir de playstation oynarız. onun dışında fazla da bir şey yapmıyoruz.

nba türkiye: genç bir oyuncu olarak zaman zaman saha içinde ve dışındaki disiplinsiz hareketlerinden dolayı çok eleştirildin. özellikle hırslı bir yapıya sahip oluşun belki de senin kontrollü olmanı engelledi? ancak aydın örs'ün fenerbahçe ülker'in başına gelmesiyle yine savaşçı, hırslı ama enerjini tamamen basketbola yansıtan ve her geçen gün çok daha iyi bir performans sergileyen semih ortaya çıktı. bu değişim nasıl oldu?
semih erden: aslında haklısın, ancak ben disiplinsiz yerine gençliğin verdiği tecrübesizlik demeyi tercih ediyorum ama şu bir gerçek ki, hırsımı daha olumlu yönlerde kullanmamı sağlayan kişi aydın örs'tür. o bana sadece saha içinde değil, toplum içinde de nasıl durmam, neler yapmam gerektiğini öğretti. sürekli beni yanına çağırır ve yanlışlarımı düzeltmem için benimle uzun uzun konuşurdu. içimdeki farklı, gerçek semih'in ortaya çıkmasını sağladı. onun çok önemli bir nasihatı vardır. "saha içinde ve saha dışındaki kişiliğin birbirinden farklı olmasın" diye. ben de buna gayret ediyorum. hem saha içinde hem de saha dışında hareketlerime dikkat ediyor ve kendimi sadece işimi en iyi şekilde yapabilmek için konsantre ediyorum. böylelikle hırsım artık başıma bela olmuyor.

nba türkiye: önümüzdeki sene nba draft'ına adını yazdırmayı düşünüyor musun?
semih erden: evet, zaten önümüzdeki yıl draft'a ismimi yazdırabileceğim son senem. bu nedenle ismimi yazdıracağım.

nba türkiye: gönlünden geçen bir takım var mı?
semih erden: miami heat

nba türkiye: avrupa şampiyonası'nda kişisel eşleşmelerde beklediğin bir isim var mı? belki 2006 dünya kupası'ndan gözüne kestirdiğin, ah keşke bir daha eşleşsek dediğin?
semih erden: nowitzki... nowitzki'yi sabırsızlıkla bekliyorum.

nba türkiye: semih, gerçekten çok hırslı ve iddialı bir oyuncusun. avrupa şampiyonası'ndaki hedef nedir diye sorduk, hiç düşünmeden şampiyonluk dedin. şampiyona'da eşleşmek istediğin bir oyuncu var mı diye sorduk, belkide dünyanın en iyi basketbolcularından birisi olan nowitzki'nin ismini verdin. bu kadar iddialı oluşun sana zarar mı veriyor, yoksa daha iyi konsantre olmanı mı sağlıyor?
semih erden: bu kadar çılgın ve iddialı olmak bana iyi geliyor. bazıları bunu hava yapıyorum diye algılayabilir ve öyle düşünebilir. açıkçası bu beni hiç ilgilendirmiyor. ben hep söylemişimdir. başkalarının ne söylediğine aldırmam. bugüne kadar örnek aldığım, ah keşke şunun gibi olsam dediğim kimse olmadı. yapılan karşılaştırmalarda hep en iyi olduğumu iddia ettim ve ne iyi olmak için çok çalıştım.

nba türkiye: küçük yaşlarda bir gün bu kadar iyi bir basketbolcu olabileceğini düşünmüş müydün? yani fenerbahçe ülker gibi büyük bir takımda oynamak, milli takımda oynamak ve belki de yakın bir gelecekte nba'de oynamak. bunlar hayallerini süslüyor muydu?
semih erden: elbette süslüyordu. ancak ben hayallerin daha ötesinde bunları gerçekleştireceğime inanıyordum. basketbola ülker'de başladım. o zamanlar takım arkadaşlarıma bunların hepsini yapacağımı söylerdim. onlar bana inanmazlardı biraz da dalga geçerlerdi ama işte son gülen ben oldum ama bunların hepsini hırsıma ve çok çalışmama borçluyum.

nba türkiye: bu keyifli sohbet için teşekkür ederiz.
semih erden: ben teşekkür ederim.

röportaj: bülent avcı, mete aktaş
fotoğraf: osman uğur
nba türkiye dergisi, eylül 2007, issn: 1306-9810
sayfa: 86-87-88-89

https://www.arsivsozluk.com/d/14
Devamını okuyayım...
arsivsozluk
0

pc commerce

Müşteri lisans anahtarıyla yazılımı serbest bırakma hakkına sahip olacak.

Digital Square firması yeni satış düşüncesi ile sade yazılımı “kullanıcıya” getiriyor: Bilgisayar satılırken kilitlenmiş bir yazılım paketi sabit disk üzerine kaydediliyor. Eğer müşteri bu programlardan birini bilgisayarına kurmak isterse internet üzerinden bir lisans anahtarı satın alabilir ve bu anahtarı kullanarak yazılımı serbest bırakabilir: Bu konudaki risk:

Şayet hacker’lar bu serbest bırakma kodlarını çözecek olurlarsa firma bir işgal tehlikesi altına girecek. Seneler önce benzer bir prensiple çalışan Yellow Point CD’sinin başında buna benzer bir olay geçti: kırılan ve daha sonra dünya çapına dağıtılan serbest bırakma kodları sayesinde cd çok büyük ilgi gördü.

Kaynak: Chip Dergisi – Haziran 2000 – ISSN: 1300-9419 Sayı: 200006
Sayfa: 11

https://www.arsivsozluk.com/d/9
Devamını okuyayım...
disco
0

monty python

kasım 2005 tarihinde yayımlanan cnbc-e dergisinde, kutlukhan kutlu tarafından aşağıdaki yazı yazılmıştır.

bir monty python gerçeği: "biz sizi güldürmeyi biliriz"

Monty Python rezil olmamak için her şeyi yapabilecek İngiliz mizacından yola çıkarak, saçma, arsız, incelikli ve sivri dilli mizahıyla 1970 ve 1980'lerin gözde komedi kumpanyasıydı. Python'ların televizyondan sinemaya ve hatta sahneye uzanan komedi yolculuğu, bugün bile büyük ilgi görüyor.

1960'lı yılların sonunda ingiliz televizyonlarında, tuhaf isimli bir ekibin yaptığı bir komedi programı başladı; Monty Python's Flying Circus. Söz konusu ekip, yani Monty Python, kamera önünde John Cleese, Eric Idle, Michael Palin, Terry Jones ve Graham Chapman'dan oluşuyordu. Kamera önüne nadiren çıkan bir isimse, ara animasyonları yapan Terry Gilliam idi (evet, daha sonra Brazil, Fisher King ve Twelve Monkeys gibi filmleri çeken Terry Gilliam). Monty Python üyeleri Flying Circus'tan önce çeşitli kombinas- yonlarda I'm Sorry 1'11 Read That Again / Özür Dilerim, Tekrar Okuyorum (radyo) ve The Frost Report / Frost Raporu ve We Have Ways of Making You Laugh / Biz Sizi Güldürmeyi Biliriz gibi programlarda birlikte çalışmışlardı. Ve içlerinde belli yazma grupları vardı. John Cleese ile Michael Chapman bir ikiliydi, Terry Jones ile Michael Palin diğer bir ikili, Eric Idle ise kendi başına yazıyordu. Monty Python's Hying Circus'ın hemen başlarından itibaren görüleceği üzere, bu komedi kumpanyasının son derece geniş bir mizah paleti vardı: sivri dilli hicivden katıksız saçmalığa, ince esprilerden arsız, dolambaçsız ve apaçık kaba mizaha varıncaya kadar, komedinin her bir köşesini ziyaret ediyorlardı. John Cleese'in Saçma Yürüyüşler Bakanlığı'nda upuzun bacakları ve bir fırtınanın bile altüst edemeyeceği o ciddi ifadesi ile sergilediği fiziksel komedi; Python işi alternatif tarihin en talihsiz icadı olan Truva Tavşanı; uygulamalı cinsellik dersleri... Yine de Python'ın genel tavrıyla, üyelerinin oyunculuğuyla, tonlamalarıyla, mizahının incelikleriyle ilgili bir şeyler, onlara en popüler oldukları zamanlarda bir tür kült hüviyeti veriyordu; hayranları işlerini delicesine seviyor; birbirlerine tamamen zıt mizahi üslupları kullandıkları skeçlerine bile çok gülüyorlardı. 70'lerin ortasında Monty Python, Kral Arthur ve Yuvarlak Masa Şövalyeleri'nin Kutsal Kase'yi arayışının tam anlamıyla Python-esk uyarlaması olan Monty Python and the Holy Grail ile sinemaya adım attı (tabii bir de 1971 tarihli And Now for Something Completely Different vardı ama o, Flying Circus skeçlerinin bazılarının derlemesinden ve yeniden çekiminden oluşuyordu). Bu en absürd Python filminin ardından, 79'da, bir dini öykü parodisi olan The Life of Brian geldi. Üçlünün son sinema filmi ise, belli bir konu ("hayatın anlamı") etrafında kümelenmiş skeçlerden oluşan The Meaning of Life oldu.

Monty Python and the Holy Grail'in başında, Kral Arthur elini önündeki boşluğa doğru uzatmış halde sallar, at üzerinde gidiyormuş numarası yaparken, hemen arkasında hizmetkârı duruma biraz işitsel gerçeklik karmak için iki hindistan cevizi kabuğunu birbirine vurur. Doğrusu pek ümitsiz bir illüzyondur bu. Fakat Kral Arp hur bu sakil vaziyetin yüzündeki mağrur ifadeyi bozmasına katiyyen izin vermez. Zaten çok geçmeden İngiliz komedi kumpanyası Monty Python'ın asıl meselesinin doğrudan bu resmin sunduğu görsel komedi değil, resimde ayan beyan ortada olan sakilliği ve çılgınlığı görmezden gelme, soğukkanlılıkla reddetme üzerine kurulu mizah olduğu anlaşılır. Tamamen İngiliz davranışı üzerine bir mizahtır bu. İngilizlerin rezil olmamak için en zor durumda bile bozuntuya vermeme, görüntüyü kurtarmaya çalışma eğilimi üzerine kurulu bir mizah. Nitekim az sonra bu illüzyona cepheden saldırıya geçen askerden başlayarak filmin sonuna kadar, Arthur'un asıl büyük serüveninin kutsal kaseyi bulmak değil, onu ararken doğru görüntüyü vermek olduğu tekrar tekrar belli olur. Arthur ve şövalyeleri de Monty Python mizahının sunduğu bin bir türlü çılgınlığın ortasında imajı korumaya çalışacak, bu maceranın aslında son derece absürd, içinde yer alanların ise tamamen aklını yitirmiş olduğu gerçeğini, inatla tablonun kuytu köşelerine süpüreceklerdir.

ilk film

monty python'ın ilk sinema filmi holy grail'de, kral arthur'un o çok iyi bilinen öyküsü her tür absürd durumla ve pür çağrışım sonucu ansızın patlak vererek uzayıp giden, bitmek bilmeyen tuhaf diyaloglarla delik deşik olur. Adeta Python, bir tür "saçmalık illeti"nden mustariptir... Saçmayla sıradanı çeşitli şekillerde karıştırarak, pek başarıyla takındıkları o sakin ifadeyi sarsacak, sükunet ve kontrolden oluşan o yüzeyi çatlatacak dengesizlikler yaratırlar. Bazen son derece sıradan bir Şeye hayli saçma açılımlar getirir, tuhaf bir bilinç akışına kapılıp adeta gerçeküstü yerlere sürüklenirler... Dahası çıkış noktalarını oluşturan sıradanlık, normallik, yani o bize aşina gelen unsur herhangi bir şey olabilir: Bütün bir öykü, sıkça görülen bir olay, bir durum, bir anlatım şekli; hatta bir an, bir his, bir vurgulama. Örneğin ünlü skeçlerinden Nasıl görünülmez'in gerçeklikle ilişkisi tamamen bir sunum şeklinden ibarettir: açık arazide saklanma teknikleri öğretmeye yönelik bir programmış gibi görünen skeç, bu işi beceremeyen konu mankenlerini giderek daha şiddetli yöntemler kullanarak ortadan kaldırır (vurur, havaya uçurur). Birkaç örnek sonra, işin saklanma tekniğinin başarısıyla falan ilgisi kalmamıştır; skeç artık, anlatıcının "her şeyi gören" konumundan aldığı hazla giderek zıvanadan çıktığı bir tür sadist nöbetin resmidir. Bir başka skeçlerinde, müşterinin bozuk çıkan malını geri getirmesi ve sancının malda bir sorun olduğunu inkar etmesi gibi gündelik bir konuyu ele alırlar; yalnız, söz konusu malın bir canlı, kusurunsa ölüm olması gibi satıcının direnişini epey güçleştirecek bir durum söz konusudur. Müşterisi, kendisine kakalanmış kaskatı papağanı elinde sallayarak onun ölü olduğunu anlatmak için her türlü tanımlamadan faydalanırken, satıcının yüzündeki o taviz vermez ifadeyle inkar kapasitesinin doruklannda gezindiği bu ünlü skeç, Monty Python'ın anlamsızlık derecesine varan inkârdan mizah üretişinin iyi bir örneğidir. Satıcının haklıymış ve bu konuda kendinden eminmiş görünümünün kof olduğunu biz de biliriz, müşteri de bilir, aslında kendi de bilir, ama sanki takındığı imaj artık kendi başına bir hayata sahiptir ve papağanın aksine, ölmeyi reddetmektedir.

python'dan gündelik yorum

monty python hicve özellikle yatkın bir komedi grubudur. örneğin isa ile aynı zamanda, onun hemen yakınında doğan ve yanlışlıkla mesih zannedilen Brian'ın öyküsü The Life of Brian'da, aynı politik ideolojilerin farklı fraksiyonları arasındaki çekememezlikten tutun da, insanların kendi başlarına karar vermelerini söyleyen bir lideri bile körü körüne izlemelerine varıncaya kadar, bu yatkınlığın çok parlak bazı örneklerini görürüz. Düz birer öyküsü bulunduğu söylenebilecek Holy Grail ve The Life of Brian'ın aksine, bir skeç derlemesi yapısındaki The Meaning of Life ise saçma durumları ve kaba mizahi unutulmaz hicivlerle harmanlar. İnanılmaz çocuk nüfusu yüzünden rahatça içinde yürünemez hale gelmiş olan işçi sınıfı evinden yola çıkılarak sergilenen Every Sperm is Sacred / Her Sperm Kutsaldır adlı müzikal sahne; kontratının böyle bir işlemi mümkün kıldığını söyleyerek canlı birinin böbreğini organ bağışı olarak alma- ya çalışan sağlık çalışanları; Tanrı'ya edilen duaların Python gözünden, "gündelik dille" yorumu... Doğumdan ölüme insan hayatını izleyen The Meaning of Life, Python'ın kimi hayli komik müzikal sahnelerinin dışında, bir de sinema tarihinin en iğrenç sahnelerinden birine, inanılmaz şişmanlıktaki Mr. Creosote'nin mide kaldırıcı sonuçlara gebe olan yemek yeme sahnesine de yer veriyor.

The Meaning of Life'ın ardından Monty Python'ın dağıldığı söylenebilir. Grubun üyelerinden Graham Chapman (Holy Grail'in Kral Arthur'u ve The Life of Brian'ın Brian'ı) 1989 yılında öldü. Daha sonra ekibin çeşitli üyeleri, farklı farklı vesilerle biraraya geldi; örneğin John Cleese ile Michael Palin A Fish Called Wanda ve Fierce Creatures'da birlikte oynadı... Ancak genelde "Monty Python filmleri" olarak kabul edilen eserler, The Meaning of Life ile doğumdan ölüme uzanan bu çok duraklı yolculukla son buldu. Ancak Python dağılalı aşağı yukarı yirmi sene geçmesine karşın, grubun işleri hâlâ çok seviliyor ve izleniyor. Eric Idle'ın yazdığı, Holy Grail'in tiyatro uyarlaması olan Spamalot'ın epey ilgi görmesi ve Chicago'nun ardından Broadway'de de sahnelenmeye başlaması bunun bir kanıtı.

kutlukhan kutlu
cnbc-e dergisi, kasım 2005, sayı:70, issn: 1304-5393
sayfa: 86-87-88-89-90-91
https://www.arsivsozluk.com/d/48
Devamını okuyayım...
disco
0

300 spartalı

(bkz: 300)
disco
0

tıp tarihi enstitüsü

1966 yılında, (bkz: tahsin tunalı) tarafından, kurucusu olan ord. prof. dr. ahmed süheyl ünver ve prof. dr. bedi nuri şehsüvaroğlu ile röportaj yapılmıştır.

türkiye'de, tarih ilmiyle ilgil, geniş imkanlı ve iyi kurulmuş müesseselerden biri de türk tıp tarihi enstitüsü'dür. enstitünün bir de türk tıp tarihi kurumu vardır. istanbul üniversitesi tıp fakültesi'ne bağlı olan bu müessese, şimdiye kadar pek çok kitap, dergi ve broşür yayınlamıştır. bunlar, yalnız tıp tarihi değil, türk sanat tarihinin çeşitli dalları üzerinde kaleme alınmış eserlerdir. enstitü, istanbul üniversitesi merkez binasının (eski harbiye nezareti) sol kanadında, birinci katta birçok salonu içine alıyor. önce enstitü'nün kurucusu olan değerli ilim adamı, sanatkar ve tarihçi ord. prof. dr. ahmed süheyl ünver'le konuşuyorum:

- kısaca biyografinizi anlatır mısınız?
- 1898'de istanbul'da doğdum. fakir büyüdüm. 1920'de 22 yaşımda doktor çıktım. büyük tıp bilginimiz rahmetli akıl muhtar bey, beni elimden tuttu. paris'e ihtisas yapmaya gönderdi ve üzerimden himayesini eksik etmedi. 1929'da asistan olarak istanbul üniversitesine intisab ettim. 1933'te üniversite ıslahatında doçent oldum ve tıp tarihi deontoloji kürsüsü'nü kurdum.

-affedersiniz, sözünüzü kestim. sizden önce üniversitelerimizde tıp tarihi okutulmaz mıydı?
- hayır, yalnız vakityle dr. galib ata bey, iki yıl tıp tarihi okutmuştur. yoksa böyle bir kürsü yoktu. şimdi tıp tarihi bir sömestrdir ve devam mecburidir. ne diyordum? 1939'da profesör ve 1954'te ordinaryüs oldum.

- sizden başka bu kürsüde kimler var?
- başta değerli arkadaşım prof. dr. bedi şehsüvaroğlu var. ben, tıp ve dişçilik fakülteleri'nde arkadaşım da eczacılık fakültesi'nde, bu dersi okutuyoruz. ayrıca doçent olmaya hazırlanan dr. sırrı akıncı ile dr. emine atabek ve birkaç asistanım var. bilhassa asistan ve sekreterim olan tülay tozanlı, gördüğünüz gibi bana çok yardımcı olmaktadır.

gerçekten tülay tozanlı, profesörün istediği herhangi bir dosya veya vesikayı, birkaç saniyede buluyor, hepsinin muhteviyatını biliyordu. süheyl ünver:

- bir de okutman (lektör) arkadaşımız var, diye sözlerine devam etti: ismail eren. kendisinin osmanlı tarihi üzerinde çok değerli incelemeleri vardır, okumuşsunuzdur. türk tıp tarihi kurumu'n da bir çok üyesi var. bunlardan emekli general nazmi çağan paşa, daima bizimle çalışır, prof. şehsüvaroğlu'nun eserlerinin listesini, güzel bir bibliyografya kitabı halinde yayınlamıştır.

- üye olduğunuz kurumlar hakkında bilgi de rica edebilir miyim?
- 18 türk ve yabancı ilmi kurumun üyesiyim. bu arada türk tarih kurumu'nu ve türk dil kurumu'nu, türkiye tıp akademisi'ni, milletlerarası tıp akademisi'ni ve nihayet benden başka ancak iki türk'ün, atatürk'ün ve said faik'in üye seçildikleri amerika'daki mark twain cemiyeti'ni sayabilirim. tarih kurumu'na, selçuk tababeti tarihi adlı kitabımdan dolayı 1940'ta üye seçildim.

- biraz da sanat cephenizden bahseder misiniz?
- yakın zamanlara kadar güzel sanatlar akademisi'nde türk minyatür ve tezyinat hocasıydım. şimdi aynı deri üniversitede veriyorum.

süheyl ünver'in, ressam, bilhassa çok değerli bir minyatürcü, tezyinatçı, tezhipçi ve hattat olduğunu burada kaydetmek lazımdır. türk pullarındaki tarihi resim ve motiflerini bir kısmını, o çizmiştir. avrupa'yı, yakın doğu'yu, birleşik devletler'i birçok defalar ziyaret etmiş olan süheyl ünver, dış ülkelerde de tanınan milletlerarası bir şahsiyet. avrupa ve amerika literatüründe adı sık sık geçiyor. büyük yabancı dergiler kendisiyle birçok röportaj yapmış. süheyl ünver'in diğer bir hususiyeti, yorulmak bilmez bir araştırıcı olması. pek değişik bahislerde sayısı yüze yaklaşan kitap ve risalenin müellifi. yazdığı makaleler binlerce.

- arşiviniz hakkında bilgi rica edebilir miyim? diye değerli bilgine son sorumu soruyorum.
- efendim, gördüğünüz arşiv, "ünver arşivi"dir. tamamen şahsi çalışma ve emeğimle toplanmıştır. bunların bir kısmını, kitaplarımla beraber ankara'da türk tarih kurumu'na hibe etmeye hazırlanıyorum. geri kalan kısmı, tıp tarihi enstitüsü'nde bir yadigarım olarak kalacak. milletten aldığım her şeyi milletime iade etmek istiyorum. arşivim ve kitaplarım, herkese açıktır. her isteyen, basit bir fiş imzalayarak burada çalışabilir. türkiye'de arşiv meselesi maalesef henüz ilkel durumdadır. bir milyon fişlik bir arşive acele ihtiyacımız vardır. böyle bir arşiv kurulacak olursa, araştırmacılar, son derece rahat çalışacaklardır. ben, böyle bir imkan yaratıldığı takdirde, bu arşivde fahriyen çalışmaya hazırım.

süheyl ünver, beni türk minyatür ve tezyinatı öğrettiği salona da götürdü. burada 20 kadar talebe çalışıyordu. bunların en ileri gideni ülker erke imiş. kendisiyle tanıştırdı ve bazı motif ve çalışmalarını doğan kardeş'in kartpostal olarak bastırdığını söyledi. ülker hanım'ın gördüğüm çalışmaları gerçekten nefisti.

pek nazik profesöre teşekkür ederek ayrıldım ve prof. dr. bedi nuri şehsüvaroğlu'nun çalıştığı salona girdim. biyografisi hakkında bilgi rica ettim.

- 1914'te istanbul'da doğdum, diye söze başladı prof. şehsüvaroğlu. 1939'da doktor çıktım. 1955'te, az kazançlı olduğu için kimsenin rağbet etmediği tıp tarihi kürsüsüne doçent oldum. 1962'de profesörlüğe yükseldim. 10'dan fazla yerli ve yabancı ilmi cemiyetin üyesiyim. ingilizce ve fransızca bilirim. ilk kitabım 1948'te çıktı. hicaz seyahatimi anlatır ve hac yolu adını taşır. sonradan bir düzine kadar kitap ve broşürle binden fazla makalem yayınlanmıştır. bir kitabımı da türk tarih kurumu bastırdı.

- sizin arşiviniz, süheyl bey'in arşivinden ayrı galiba?
- evet, benim arşivim "şehsüvaroğlu arşivi" diye damgalıdır ve bu gördüğünüz salondadır. ben de süheyl bey gibi bu arşivi şahsi gayretimle ortaya çıkardım. çocukluğumdan beri yazılı hiç bir kağıdı atmam. bu bakımdan, süheyl bey'le aynı burçta doğmuşuzdur ve beraber çalışmamız da bu benzerliğimiz yüzünden oldu.

prof. şehsüvaroğlu da, ensitü'nün diğer salonlarını ve müzelerini gezdirmek lütfunda bulundu. enstitü'nün görebildiğim salonları şöyle: süheyl ünver arşivi'nin bulunduğu iç içe iki salon, şehsüvaroğlu arşivi'nin bulunduğu uzun salon, türk tezyimat ve minyatür atelyesi, 2000 kadar yazmayı da içine alan ve bir çekme katı olan türk tarih müzesi, akıl muhtar özden ve neş'et ömer irdelp hocaların kütüphane ve eşyalarını ihtiva eden iki ayrı müze, nihayet teknofotografi merkezi. iki odası olan bu laboratuvarda, tarih mecmuası'nda birçok fotoğrafını yayınladığımız hasan ali göksoy ile ayhan pekşen çalışıyor. bu laboratuvar, idari olarak tıp tarihi enstitüsü'ne bağlı olmakla beraber, bütün istanbul üniversitesi için çalışıyor. türk tıp tarihi enstitüsü'nden çok memnun olarak ayrıldım.

röportaj: tahsin tunalı
hayat tarih mecmuası - sayı 6 - temmuz 1966
sayfa 12-13-14
https://www.arsivsozluk.com/d/31
Devamını okuyayım...
disco
0

bandung konferansı

yıllarboyu tarih dergisi, mayıs 1978 tarihli 2. sayısında, sadi koçaş tarafından aşağıdaki yazı yazılmıştır.

Konferans 18-24 Nisan 1955'te yapıldı. Amaçlarının, dünyada ağırlık kazanmak olduğu açıklanmıştı.

Türkiye'yi Devlet Bakanı ve Başbakan yardımcısı fatin rüştü zorlu başkanlığında bir heyet temsil ediyordu. Sayın Zorlu yaptığı konuşmada:

"Özellikle komünizm tehlikesi' üzerinde durmuş ve tarafsızlık politikasını kınamıştı. "Tarafsızlık politikasının doğuracağı sonuçlara bir örnek olarak, iyi niyetli fakat zorla yanlış yola sürüklenen çekoslavakya'yı göstermiş ve orta yol politikasının aynı sonucu doğuracağını belirtmişti. Ayrıca: "Hürriyet, istiklal ve barış hiç bir gayret sarf etmeden elde edilen nimetler değildir. Başarılması ve savunulması ağır sorumluluklar yükleyen ideallerdir. Bu gerçekleri idrak edemeyen zayıf bir karşı koyma ve tehlikeye göz yumarak güvenliğin elde edilebileceğini sanma, bütün bu bağımsızlar topluğunu tehlikeye düşürecek bir tutum olur. nato, balkan paktı, Türk-Pakistan, Türk-iran ve güney doğu asya savunma paktı gibi örgütlerin sebebi, başkalarının saldırma tehlikesidir. Eğer bu gün barış ve güvenliğin sağlanacağı ümidine sahipsek. bu, birlik ve hürriyeti seven insanların işbirliği ile sağlanan kuvvetin, tecavüzlerin başarıya ulaşamayacağını göstermesindendir ” demişti.

Siyasi komite toplantılarında Türkiye'nin de bulunduğu ırak ve pakistan grubuyla, hindistan'ın önderlik ettiği çin halk cumhuriyeti ve Mısır arasında geniş görüş ayrılıkları çıkmıştı. Birinci gruba 12, ikinci gruba 11 devlet dahildi. colombo konferansı devletlerinden Pakistan ve Seylan birinci, Hindistan, Birmanya ve Endonezya ikinci gruba dahildi. Arap devletleri ikiye bölünmüşlerdi. Irak, Ürdün, lübnan ve libya birinci, Mısır, suudi arabistan, Suriye ve Yemen ikinci grupla beraberdi.

Konferansta en çok dikkat çeken husus, Türkiye ile Hindistan arasında geçmişti. Bu gün buna bir nevi "Üçüncü Dünyanın Liderliği Mücadelesi” bile diyebiliriz. Nehru çok sert bir konuşma ile Fatin Rüştü Zorlu'ya cevap vermiş, "NATO, sömürgeciIiğinden kudretli koruyucularından biridir” (2) demişti.

Türkiye ise, tarafsızlık politikasının karşısına çıkmış, bırakın liderlik mücadelesini, böyle bir grubun doğmasını önlemeye çalışmıştır. Bu tutum konferansa katılan üyelere "Türkiye Batı'nın savunucusudur” izlemini vermişti. Ve bu ülkelerin gözünde Batı, haklı olarak, sömürgeciliğin ta kendisiydi. Bu yüzden üçüncü Dünya Devletleri, Türkiye'nin tutumundan memnun olmamışlardı. Bandung konferansından sonra, "Üçüncü Dünya” devletlerinin en etkilileri üzerinde, o zamana kadar ki saygınlığımızı kaybetmiştik. (2)

Bu işin iç yüzü daha sonra anlaşılmıştır. 1950 malî yılı bütçesi görüşüIürken, Zorlu söz almış ve "Bize düşen görev açıktı. Biz Bandung'a son dakikada dostlarımızın ricası üzerine gittik. Ve o politikayı savunduk" demiştir. Sanırım bu özrümüz, (varsa) kabahatimizden daha büyüktü.

Bandung sonrasında bu devletler bir örgütleşmeye gitmemekle beraber, Birleşmiş Milletler'de yeni ve etkili bir blok oluşturmuşlardır. Biz de doğal olarak bu bloka katılmakla beraber, yıllarca onların içinde Batı'yı savunmaya, batının sözcüsü gibi harekete devam ettik. Buna karşın, grupla hiç ilgisi olmayan bir tarafsız Avrupa ülkesi, Yugoslavya, sanki bir Asya ya da Afrika ülkesi gibi grup içinde etkili olmaya, hatta grubun lideri durumuna gelmeye gayret etmiş ve bir ölçüde de başarılı olmuştur.

Bir süre sonra, Başbakan adnan menderes, bir yabancı Basın Ajansına: "Bugüne kadar örnekleri ile görmüş bulunuyoruz ki, Sovyetlerin ileri sürdükleri Coexistence pacifigue) nazariyesi bizim anladığımız anlamda (yani milletlerin ve devletlerin birbirlerinin içişlerine karışmaları, herkesin hak, hürriyet ve istiklaline ve toprak bütünlüğüne tam bir riayet içinde) bir barış ve geçim rejimi değil, bir milletin ötekine hâkim olması karşısında, tahakküme maruz kalanların buna katlanması şeklinde oluşmaktadır. Bu vaziyette ya tabi olmak, yahut da kendimizi savunmaya kararlı olmak şıklarından birini seçmek zorunluğu vardır. Tarafsızlık diye üçüncü bir şık yoktur." (3) demiştir.

Bu sözlerden anlaşıldığına göre, o zaman bile "üçüncü Dünyanın müstakbel gücünü görememiş, kabul etmemiş ve "Üçüncü Dünya” da -liderlikten vazgeçtik- sözü geçen bir devlet olma olanağı da bu suretle kaybedilmiştir.

ve cezayir

bu konuda kaçırdığımız ikinci bir fırsat daha vardır. 1955 yılında birleşmiş milletler genel kurulu'nda cezayir sorununun gündeme alınması, asya-afrika grubu tarafından istenirken, biz nato üyeliği hatırı için, aksi oyu kullandık.

Halbuki aynen bizim gibi NATO ve Balkan Paktı üyesi olan, Asya ve Afrika'Iılıkla hiç ilgisi bulunmayan ve tarihi boyunca Batı'nın himayesi ile yaşamını sürdüren Yunanistan, Asya ve Afrika devletleriyle beraber oy kullanmıştı.

1957 de Birleşmiş Milletlerde yine Asya ve Afrika grubu tarafından yapılan Self-Determinasyon teklifinde de çekimser oy kullandık. 1958 de aynı tutumda ısrar ettik. Zorlu, 1959
başında yaptığı bir konuşmada: Cezayirlilerle Fransa'nın
aralarındaki bu meselenin müzakereler yolu ile dostane bir
şekilde halledilmesini temenni etmekteyiz” (4) demiştir. Bu söz, yani Fransa'nın desteklenişi, bize "Üçüncü Dünya'nın sözü geçen üyesi olmak olanağını bir kez daha kaybettirmiştir.

işte sanırım, inönü'nün "NATO'ya girişimizden sonra izlediğimiz dış politika, yıllar yılı düşündüğümüzün tam tersi idi. Kraldan çok kral taraftarı olduk.” deyişinin nedenleri bunlardı.

sonuç

1965 yılında Kıbrıs politikamızı Arap devlet başkanlarına ve kamularına anlatmak ve Birleşmiş Milletler'de desteklerini sağlamak için gittiğimizde hatalarımız hep yüzümüze vurulmuştur. Sadece 27 Mayıs'tan sonra bunları telafi etmeye çalıştığımızdan başka bir şey söylememişizdir. (5)

Daha sonra Kıbrıs konusu Birleşmiş Milletler'de görüşülürken Üçüncü Dünya'nın çoğunluk oylarını kaybedişimizin nedenleri, bizim yıllarca ektiğimiz yanlış tohumların ürünü idi. üstelik körü körüne desteklediğimiz Batı'lı devletlerin çoğu da, cezayir meselesini kendilerine karşı oy kullanan yunanistan'ı bize tercih etmişlerdi.

Bibliyoğrafya:
(1) cevat şakir kabaağaçlı
(2) olaylarla türk dış politikası 1974 ankara. siyasal bilgiler fakültesi yayınları no:279 (3. baskı) sayfa 294-295
(3) a.g.e. sayfa 296
(4) a.g.e. sayfa 339
(5) atatürk'ten 12 mart'a, sadi koçaş, 1977 cilt 3, türk-arap ilişkileri

kaynak:
sadi koçaş
yıllarboyu tarih dergisi, mayıs 1978, sayı:2, sayfa 10-11
https://www.arsivsozluk.com/d/51
Devamını okuyayım...
disco
0